Sene 1941
Annem Macide Hanımefendi çok yüksek
bir aileye mensuptu ve devrin koşullarına göre
mükemmel bir tahsil görmüştü. Buna rağmen fevkalade
duygusal bir kişiydi. ( Edebiyat öğretmeni Reşat
Nuri Güntekin, Halide Nusret Zorlutuna; sosyoloji
öğretmeni Hilmi Ziya Ülken; kimya öğretmeni Naci
Tezel; resim öğretmeni Şevket Dağ; musiki öğretmeni
Musa Süreyya gibi devrin ve gelecek zamanların
sanat ve fikir hayatına imza atan kimselerdi.
Annem çok güzel keman çalardı. Anneannem ise udidir.
O’nun annesi Nebiye Hanımefendi ise piyanisttir.
Zaten bizim aileden pek çok sanatçı çıkmıştır.
Bestekâr Nevesen Köktaş, Faruk Nafız Çamlıbel
ve Kazasker Mustafa İzettin en meşhurlarıdır.)
Ben 1936 yılının 12. Mayıs günü
sabah saat 08:30’ da dünyaya geldim. Bebekliğimi
Alman şüvesterler ve doktorlar tayin etmişlerdi.
Kendime mahsus olan odamın suhuneti daima 20 dereceye
ayarlanmış. Mama saatlerim, yatmam, kalkmam, açık
havaya çıkartılmam, dakikalara göre akortlanmış;
titiz bir dikkat ve disiplinle de uygulanmıştır.
Çiş ve kaka saatlerim bile dakika olarak bilinirmiş.
Yemek menulerimiz ise devrin yegâne ve pek muhteşem
çocuk doktoru Ali Şükrü Şavlı tarafından tanzim
edilirdi. İlkokulu bitirinceye kadar büyüklerin
sofrasına oturmadık. Ve özel diyet yemeği yedik.
Efendim şu kadar gram karbonhidrat, bu kadar gram
protein… vs. Sabah kahvaltılarında ekmeğin üzerine
tereyağı, onun üzerine havyar sürülür, bir miktar
kaşar peyniri ile katık edilerek, yenir. Bu yetmezmiş
gibi bir yumurta ve bir çorba kaşığı balı da yutar,
üstüne de bir bardak süt içerdik. Bütün bunlar
yüzünden yemek saatleri bir nevi işkence saatleri
gibiydi. Her seferinde zorlanır, annem öfkeyle
açılan kocaman gözlerinden korkarak, ağzımıza
tıkılan kocaman lokmaları metazori yutardık. Annem
Birinci Cihan Savaşı’nda babasını ve ablasını
(Büyükbabam Sabri Bey ile Ferhunde Teyzem) yaygın
bir hastalıktan “veremden” kaybettiği için bir
lokma eksik yesek, bizim de veremden öleceğimizi
sanırdı. Bu O’nun en büyük fobisiydi. Birgün;
yine böylebir öğle yemeği vaktiydi. Babaannem
de o sırada bir süreliğine bizimle kalmak için
İstanbul’dan ziyaretimize gelmişti ve bizimle
sofraya oturmayı adet edinmişti. Annem yemekleri
servis yaparken, acınacak bir suratla yalvardı.
“Yavrum ne olur çocukların tabaklarına çok yemek
doldurma.” Annem hayretle duralayarak, “Niye?”
diye sorunca, kadıncağız; “Çünkü durmadan şişmanlıyorum.”
Annem iyice şaşkın, “Nasıl şişmanlıyorsunuz? Ne
alakası var.” deyince, babaanneciğim Hatice Hanım
ki, O çok dindar bir kadıncağızdı “Nasılı var
mı kızım, Onlar’ın yiyemediklerini atılıp ziyan
olmasın diye ben yediğim için çok şişmanlıyorum.”
demez mi?
Annem Macide Hanımefendi çok
yüksek bir aileye mensuptu ve devrin koşullarına
göre mükemmel bir tahsil görmüştü. Buna rağmen fevkalade
duygusal bir kişiydi. ( Edebiyat öğretmeni Reşat
Nuri Güntekin, Halide Nusret Zorlutuna; sosyoloji
öğretmeni Hilmi Ziya Ülken; kimya öğretmeni Naci
Tezel; resim öğretmeni Şevket Dağ; musiki öğretmeni
Musa Süreyya gibi devrin ve gelecek zamanların sanat
ve fikir hayatına imza atan kimselerdi. Annem çok
güzel keman çalardı. Anneannem ise udidir. O’nun
annesi Nebiye Hanımefendi ise piyanisttir. Zaten
bizim aileden pek çok sanatçı çıkmıştır. Bestekâr
Nevesen Köktaş, Faruk Nafız Çamlıbel ve Kazasker
Mustafa İzettin en meşhurlarıdır.)
Ben 1936 yılının 12. Mayıs günü sabah saat 08:30’
da dünyaya geldim. Bebekliğimi Alman şüvesterler
ve doktorlar tayin etmişlerdi. Kendime mahsus
olan odamın suhuneti daima 20 dereceye ayarlanmış.
Mama saatlerim, yatmam, kalkmam, açık havaya çıkartılmam,
dakikalara göre akortlanmış; titiz bir dikkat
ve disiplinle de uygulanmıştır. Çiş ve kaka saatlerim
bile dakika olarak bilinirmiş. Yemek menulerimiz
ise devrin yegâne ve pek muhteşem çocuk doktoru
Ali Şükrü Şavlı tarafından tanzim edilirdi. İlkokulu
bitirinceye kadar büyüklerin sofrasına oturmadık.
Ve özel diyet yemeği yedik. Efendim şu kadar gram
karbonhidrat, bu kadar gram protein… vs. Sabah
kahvaltılarında ekmeğin üzerine tereyağı, onun
üzerine havyar sürülür, bir miktar kaşar peyniri
ile katık edilerek, yenir. Bu yetmezmiş gibi bir
yumurta ve bir çorba kaşığı balı da yutar, üstüne
de bir bardak süt içerdik. Bütün bunlar yüzünden
yemek saatleri bir nevi işkence saatleri gibiydi.
Her seferinde zorlanır, annem öfkeyle açılan kocaman
gözlerinden korkarak, ağzımıza tıkılan kocaman
lokmaları metazori yutardık. Annem Birinci Cihan
Savaşı’nda babasını ve ablasını (Büyükbabam Sabri
Bey ile Ferhunde Teyzem) yaygın bir hastalıktan
“veremden” kaybettiği için bir lokma eksik yesek,
bizim de veremden öleceğimizi sanırdı. Bu O’nun
en büyük fobisiydi. Birgün; yine böylebir öğle
yemeği vaktiydi. Babaannem de o sırada bir süreliğine
bizimle kalmak için İstanbul’dan ziyaretimize
gelmişti ve bizimle sofraya oturmayı adet edinmişti.
Annem yemekleri servis yaparken, acınacak bir
suratla yalvardı. “Yavrum ne olur çocukların tabaklarına
çok yemek doldurma.” Annem hayretle duralayarak,
“Niye?” diye sorunca, kadıncağız; “Çünkü durmadan
şişmanlıyorum.” Annem iyice şaşkın, “Nasıl şişmanlıyorsunuz?
Ne alakası var.” deyince, babaanneciğim Hatice
Hanım ki, O çok dindar bir kadıncağızdı “Nasılı
var mı kızım, Onlar’ın yiyemediklerini atılıp
ziyan olmasın diye ben yediğim için çok şişmanlıyorum.”
demez mi?
|