| |
1944
Ayastafonos |
| Unutulmayan Talim |
|
Babam Yeşilköy’e tayin olmuştu.
Biz de O’nun kumandanı olduğu oto bölüğün konuşlandığı
Ayastafonos Köşkü’nün üst katında bir dairede
ikamet ediyorduk. Abdülhamit Devri’nde Ruslar
Ayastafonos’a kadar gelmişler ve Osmanlılar; “İstanbul
ha düştü, ha düşecek”, diye epey korku geçirmişler.
Abdülhamit o sıralarda bütün hanımlara çarşaf
giymelerini buyurmuş ki, kim zengin kim fakir,
kim yaşlı kim genç, kim asil kim avam belli olmasın
ve ümmeti Muhammed’in hatunlarının, olası bir
işgale karşı düşmanın cinsel tacizinden bir nebze
olsun, koruyabilsin diye. Sonra Japon Devleti
Rusya’ya savaş ilân edip, Doğu Asya topraklarına
askeri çıkarma yapınca, Ruslar alelacele Osmanlılarla
barış yapıp, Türk topraklarından çekilmiş. İşte
biz bu barış anlaşmasının imzalandığı tarihi Ayastafonos
Köşkü’nde kalıyorduk. Tavanlar gayet yüksek, döşeme,
serapa mermerdi ve duvarlarda devasa altın yaldızlı
kristal aynalar vardı. Tavanlardan görkemli ve
muazzam kristal avizeler sallanırdı. Köşkün arkasında
eratın, ranzalı yatakhaneleri ve büyük askeri
kamyonların bulunduğu garaj yer alıyordu. Babam
buraya tayin olunca gayreti vataniye ile, bu harikulade
zarif tarihi köşkü onarıp, arka bahçeye askerler
spor yapsın, diye voleybol sahası falan yaptırtmıştı.
Mezbelelik haline gelmiş ön bahçe de çöplük kılığından
temizlenip, rengarenk güllerle ve subayların dinlenmesi
için zarif kamelyalarla güzelleştirilmişti. Babamın
çalışma odası mütarekenin imzalandığı salondu.
Neredeyse bir basket sahası kadar genişti. Bir
duvardan öbürüne uzanan muazzam ve muhteşem bir
toplantı masası vardı ki, bu masif ve üzeri yeşil
çuha kaplı masanın etrafında 80 kişi oturabilirdi
sanıyorum. Köşkün bahçesinin duvar bitişiğinde
de bir Rum kilisesi vardı. Öğle saatlerinde uzun
uzun çanlarını çalar, bu çanlara daha uzaklardaki
diğer kiliselerin çanları, koro halinde cevap
verirdi.
Babamın çok sevdiği ve güvendiği
Ahmet Onbaşı ile işte bu binada karşılaştım. O’nu
“yazıcı” yaptığı gibi, oto bölüğünün önemli eşya
ve silahlarının ve cephanesinin anahtarlarını
da babam, Ahmet Onbaşı’ya teslim etmişti. Yedek
subaylar, hatta bir paşanın yeğeni olan üst teğmen
Tuğrul Ağabey, bile Ahmet Onbaşı’ya sanki O bir
subaymışçasına önem verir, saygı duyarlardı. Ama
Ahmet Onbaşı’ya ben hiçbir sempati beslemezdim.
Çünkü o, nerede bana rastlasa uzun örgülü saçlarımdan
birini çekerek, bana “Kız! Saçı uzun aklı kısa!
Ağabeyin nerede?” diye sorardı. Ben de “Kardeşim
Güven’i mi soruyorsun? O benim küçüğüm, ağabey’im
değil, ben O’nun ablasıyım.” diye yüzümü ekşitirdim.
Her rastlamamızda aynı konuşma olurdu. Benim sinirlenmem
de Ahmet Onbaşı’yı müthiş keyiflendirirdi. Ve
bu hal bana göre artık kabak tadı vermişti.
Oyun saham genellikle arka bahçedeydi.
Bütün çocukluğum süresince eratın maskotu olduğum
için çok sevilirdim. Bütün askerler benim ağabeylerimdi.
Her biri beni küçük kardeşleri gibi görürlerdi.
Ve beni hoşnut etmek için ellerinden geleni yaparlardı.
Bunlar arasında iki asker ağabeyim çok özeldi.
Onlar bir an önce askere geleyim diye yaşlarını
büyütmüşlerdi. Aslında reşit olmalarına en az
iki yıl vardı. Yaşları 16-17 civarındaydı. Henüz
bıyıkları bile terlememiş köylü çocuklarıydı.
Ben en çok onların yanına gitmeyi huy edinmiştim.
Bir gün Hasan Ağabey, Onlardan birinin ismi buydu,
bana bir söğüt dalı keserek düdük yapmaya başladı.
Alçak bir duvarın üstüne oturmuş, O’nun keskin
çakısıyla, peynir gibi ağaçların yongalarını çıkarmasını
büyük bir hayranlıkla seyrediyordum. Bıçağını
harikulade bir ustalıkla kullanıyordu. Bir dal
parçasının nasıl düdük haline geldiğini izlemek
beni çok heyecanlandırıyordu. Farkında olmadan
adeta nefesimi tutuyordum. Hayatımda hiçbir temaşaya
böylesine konsantre olmamıştım. Diğer asker ağabeyim
de, bir taraftan Hasan Ağabeyimle sohbet ediyordu.
Benim çocukça dikkatim ve bu işe verdiğim önem
onların da çok hoşuna gidiyordu. O kadar meşguldük
ki, sağı solu görecek halimiz yoktu. İşte tam
bu esnada sert bir ses, biz de şok etkisi yaptı.
Ahmet Onbaşı, o uzun heykel gibi yakışıklı vücuduyla
başımıza dikilmiş bağırıyordu. “Ulan! Buradan,
yanınızdan geçiyorum da umurunuzda olmuyor. Neden
kalkıp bana selâm vermiyorsunuz?” Hasan Ağabeyim
hemen duvarın üzerinden iğretice oturduğu yerden
ayağa fırlayıp çakıldı. Ve askerce selam verirken
mırıldandı. “Görmedik Onbaşım.” Ahmet Onbaşı’nın
yanında duran iki er neredeyse O’nun bacakları
kadardı. Ahmet Onbaşı, Hasan Ağabeyimin suratına
şimşek gibi bir Osmanlı tokadı patlattı. Sonra
elinin tersiyle öbür ağabeyimin de suratına bir
iki tokat indirdi. İki asker yıldırım çarpmış
gibi boylu boyunca yere düşüp öylece kalırken,
Ahmet Onbaşı hızla yürüdü. Ben arkasından koştum,
vücudumun her hücresi öfke ve isyan içindeydi.
Küçücük bir kız değil, bir minare boyunda ateş
parçasıydım, sanki… Bütün gücümle bağırdım. “Elin
kırılsın Ahmet Onbaşı! Ben sana bunu ödeteceğim!
Burnunu yerlerde süründüreceğim, bak görürsün.”
dedim. Beni hafifçe iterek ve alayla gülerek,
“Haydi oradan! Saçı uzun, aklı kısa! Çok konuşma.
Sonra ağabeyine söylerim ha!” dedi ve hızla oradan
uzaklaştı. Ben koşarak asker ağabeylerimin yanına
geldim, öylece yerde uzanmış yatıyorlardı. Ağlamaktan
oldum bittim nefret ederim ama, yüksek sesle kendimi
tutamayarak, hıçkıra hıçkıra ağlıyor, çaresizlik
içinde küçücük ellerimle asker ağabeylerimin saçlarını
okşuyordum. Böylesine ağlamam Onların toparlanmasına
sebep oldu. Hasan Ağabey’im burnundan akan kanları
mendiliyle silmeye çalışarak ayağa kalkarken,
arkadaşına da yardım ederek, O’nun da kendisine
gelmesini kolaylaştırdı. Bir taraftan da beni
teselli etmeye çalışıyordu. “Ağlama kızım, bak
iyiyiz işte! Bir yerimize bir şey olmadı. Görmüyor
musun ne kadar iyiyiz? Eskisi gibisiyiz.” Bütün
o güzellikler kaybolmuş. Düdük sahibi olma isteğimin
sihri, buhar gibi uçmuş gitmişti. Gözyaşlarımı
silerek, “Mutlaka bunun intikamını alacağım.”
dedim.
Bu olayın üzerinden iki üç gün geçmişti
ki, Ayastafonos Köşkü’nün üst katındaki daireye
gitmeden, babamın çalışma odasına yöneldim. Kapıyı
açıp içeri girer girmez her şeyi bir anda gördüm.
Yeşil çuha kaplı brifing masasının üzerinde Kırıkkale
yapısı bir rovelver duruyordu. Ahmet Onbaşı da
babamın makam masasına oturmuş, bir şeyler yazıyordu.
İçeri girerken kapıyı kapatıp kilitledim ve anahtarı
önlüğümün cebine koydum. Ahmet Onbaşı, bana şöyle
bir göz atıp, işine devam etti. Ben O’nun için
ehemmiyetsiz bir kız çocuğuydum. Çantamı kapı
dibine bıraktım. Masada duran tabancayı hissettirmeden
elime alıp, arkama saklayarak, sırtımı masaya
dayadım. Artık O’na çok yakındım ve O benim için
çok büyük bir hedefti.
Alaycı ve son derece küstah bir sesle;
- Ahmet Onbaşı! Sen kim oluyorsun da kumandanın
makamında oturuyorsun?
- Kız, saçı uzun, aklı kısa! Çabuk dışarı çık.
İşlerim var seninle uğraşamam.
- Yok canım! Sana söylüyorum kendini adam mı sanıyorsun?
Dili uzun aklı kısa kişi. Sende adam olma kabiliyeti
olsaydı, okuyup adam olurdun. Cahilin tekisin.
Boyuna posuna mı güveniyorsun? Aklı kısa asker.
Hindi gibi kabarmakla eline ne geçecek? Çok özeniyorsun
ama seni öyle makama falan oturtmazlar. Zaten
hiç de yakışmıyorsun. Tafrandan da geçilmiyor.
Neydi o asker ağabeylerime attığın tokatlar? Sen
kendini ne sanıyorsun? Ama ben bunun acısını senden
fena çıkaracağım.
- Kız! Ayağa kalkarsam bacaklarını kırarım. Çabuk
dışarı çık.
Şöyle yerinden ayağa kalkacakmış gibi doğrulunca,
ben arkama sakladığım tabancayı O’na doğrulttum.
Zavallı sapsarı oldu.
- Bana bak çabuk o silahı bırak. Patlarsa hapislerde
sürünürsün. Fena cezalandırırlar seni.
- Bakıyorum hâlâ kabadayılık taslıyorsun. Seni,
kesinlikle öldüreceğim. Sen hakikatten aptalın
birisin. Dili uzun aklı kısa. Görmüyor musun?
Ben küçük bir kızım. “Tabancaya bakayım derken,
kazara patladı.” derim. Bu tabancayı, masanın
üzerinde bırakman senin hatan. Babam bana belki
dayak atar belki de atmaz. Kimsenin aklına benim
gibi küçük bir kızı cezalandırmak gelmez. Sen
de ne şehit olursun, ne gazi. Anlaşıldı mı? Şimdi
seni kesinlikle öldüreceğim. Yeryüzünden gaddar
ve budala bir ahmak silinecek. İçeri birileri
girer de seni kurtarır sanma; çünkü kapıyı kilitledim
anahtar önlüğümün cebinde. Babamın görev icabı
Yeşilköy’de olmadığını hatırlayıp, kapıyı kilitli
görünce çekip giderler.
- Işık’cığım bak! Sen çok şeker, çok cici bir
kızsın. Ben “saçı uzun, aklı kısa” diye sana mahsus
takılıyordum. Tabii, sen çok zeki ve akıllı bir
kızsın. Benden bile daha akıllısın. Hadi yavrum
şu tabancayı yere bırak. Sana yalvarıyorum.
- Hadi canım, tilki kardeşleri oynama. Zaten senin
gibi adama yakışmıyor. Yalvarmak para etmez. Kesinlikle
seni öldürüp, asker ağabeylerimin intikamını alacağım.
Sana asla acımam. Çünkü sen acımasız kötü bir
insansın. Hem ben sana o zaman, intikamımı alacağımı
söylemiştim. Şunu iyi bil ki, ben dediğimi yaparım.
Ve asla yalan söylemem. Hadi şimdi ölmeye hazır
ol!
Müthiş eğleniyordum. Bir karıncayı
bile incitemeyecek kadar merhametli olduğumu,
asla ne pahasına olursa olsun, onun canını yakmayacak
kadar şefkatli olduğumu bilmiyordu. Beni kız olduğum
için hakir görmüş önemsememişti. O’nun asıl cezası
“Korku” idi. Ve ben rolümü mükemmel oynuyordum.
Halimden hoşnuttum. Adalet terazisinin kefelerini
dengelemek, bende tam bir doyum oluşturuyordu.
Mahsuscuktan kararsız bir tavır takınarak,
- “Ama seni belki de öldürmeyebilirim. Tabii benim
emirlerime uyar ve memnun edersen.”dedim
- Tabii Işık’cığım, sen ne istersen yaparım kızım!
Hakikatten çok acınacak durumdaydı.
Kızarıyor, morarıyor ve şiddetle terliyordu. Boynu
bir omuzuna doğru eğilmiş, rezil bir hâl almıştı.
- Peki peki! Şimdi sana talim yaptıracağım. Eğer
bütün komutlarıma mükemmel bir şekilde, hatasız
uyar ve bana iyi asker olduğunu ispat edebilirsen,
belki seni öldürmekten vazgeçebilirim.
İki buçuk, üç yaşımdan beri ordunun
içindeydim. Babamın maskotuydum. Askere yaptırdığı
nice talimlere iştirak etmiştim. Ve bütün bunlar
kanıma iliğime işlemişti. Atış talimlerinde, babam
bana tabanca kullanmayı öğretmişti. İşin şaşılacak
yanı, tesadüfen mi değil mi bilmem, hiç ıskalamıyordum.
Babam ıskalayan biri olunca, “Parmak kadar kız
çocuğu bile sizden iyi. Erkekliğinizden utanın.”
derdi. O devrin zamanında “erkeklik” fevkalâde
önem verilen bir hasletti. Türk askeri bunun kitabını
yazmıştır. Kumandanın böyle bir hitabına maruz
kalmamak için sonsuz bir gayret gösteren erler
müthiş başarılı oluyordu. Ve babamın yetiştirdiği
erler, hep diğerlerinden üstündü. O benim atıcılığımla
oldum bittim övünürdü. Bunu da başta Ahmet Onbaşı
olmak üzere herkes bilirdi. O yüzden burnumun
dibinde müşekkel bir heykel gibi kocaman bir hedef
olan Ahmet Onbaşı, istersem O’nu iskambil kağıdı
gibi devirebileceğimi çok iyi biliyordu.
- Haydi bakalım, şimdi uygun adım koşmaya başla.
Bir…ki, bir…ki, bir….ki.
Tabanca tehdidinde; yerinde zıplayarak Ahmet Onbaşı,
bir saate yakın koştu. Ondan sonra yeni bir komut:
- Haydi yere yat ve sürün. Olmuyor, olmuyor. Yüzünü
yukarı kaldırma sersem. Kurşunu yersin. Sürün
sürün. Hah işte öyle. Aferin! Devam et sürün!
Talim süresi ikinci saatini doldurmak üzereydi.
Askerlikte en zor hareket, yerde sürünmektir.
Babamın çalışma odasının zeminini Ahmet Onbaşı,
üstü başı ile bir daha silip süpürmüştü. Onbaşı;
- Artık dayanamıyorum Işık’cığım. Yeter artık
bittim! İstersen beni vur. Artık yapamayacağım.”
diye yalvarınca:
- Pekala! Haydi geç eski yerine otur bakalım.
Sakın yerinde kıpırdama. Bak artık seni öldürmekten
vazgeçtim. Ancak sana bir tembihim olacak. Kulaklarını
aç beni iyi dinle. Buradan gittikten sonra beni,
babama şikayet edersen, babam bana iyi bir dayak
atar. Hiç şüphe yok! Akılsız kafana girsin diye
söylüyorum. Ben dayak yemesine yerim, ama babam,
seni tanıyan subaylara olayı anlatır ve “Benim
şu küçücük Işık var ya! Koca Ahmet Onbaşı’ya silah
zoruyla tam iki saat talim yaptırmış.” diye kahkahayı
patlatarak övünür. Sen Yeşilköy’e değil, cümle
Türk ordusuna nâm salarsın. Kendilerine posta
koyduğun erat var ya, kimbilir arkandan nasıl
gülerler. Daha askerliğinin bitmesine çok var,
ne hale geleceğini sen tahmin et artık. Ben intikamımı
aldım. Bu olayı kimseye söylemem. Tabii sen, hareketlerine
dikkat ettiğin sürece. Tamam mı?
Usul adımlarla seri bir şekilde
kapının yanına, elimde tabanca geldim. Önlüğümün
cebimden çıkarttığım anahtarla kapıyı açıp, tabancayı
büyük masanın en ucuna koydum. Çantamı kaparak
ve deli gibi koşarak dışarı fırladım. Adım gibi
biliyordum ki, o an Ahmet Onbaşı beni eline geçirse,
askerliğini yakma pahasına acayip döverdi.
Ondan sonra Ahmet Onbaşı beni uzaktan
görse, buharlaşmış gibi ortadan kayboluverirdi.
Çok geçmeden babam Ankara’ya tayin
oldu. Ve araya bir yaşam boyu seneler girdi. Sekiz
yaşındaki maceram da geçmişte kaldı.
Hukuk Fakültesi’ni bitirme sınavlarına
çalışıyordum. Babam kıdemli albay olmuştu. Zeytinburnu
Ağır Bakım Fabrikası’nın müdürüydü. Akşamları
geleceği saati bilir O’nu ben karşılardım. Rutin
bir gelenek. Yanaklarını sevgiyle öper, “Hoş geldiniz,
babacığım.” diye getirdiği yemiş kesekağıdını
elinden alırdım.
Yine böyle bir akşamdı. Çalınan kapıyı açtım.
Babamı öperken, “ Bak Işık kimi getirdim? Acaba
tanıyabilecek misin?” dedi. Konuk, babamın arkasındaydı.
Yüzü karanlıkta kaldığı için göremiyordum. Bir
ses:
- İlâhi kumandanım, o küçücük bir kızdı. Şimdi
beni nasıl hatırlar?
Deyince gülerek,
- Ahmet Onbaşı, bakıyorum yaptığın talimleri unutmuşa
benziyorsun!
Cevabını verdim. Zavallı Ahmet Onbaşı yeni bir
şoka maruz kalmıştı. Allak bullak bir suratla
içeri girdi. Annem “Ay, Ahmet Onbaşı sen ha! Hoş
geldin. Bu ne sürpriz çok sevindik çok!” diye
O’nu sevinçle karşıladı ama, Ahmet Onbaşı yığılır
gibi koltuğa otururken dehşet içindeydi.
- Kumandanım, bu sizin kızınız var ya, kesinlikle
inanıyorum ki O bir şeytandır.
Ben keyifle karşısına oturmuş, O’nu seyrederken
babam hayretler içinde kalmış, şaşkınlıkla bir
O’na bir bana bakıyordu. Ben;
- “Ahmet Onbaşı! Babam hiçbir şey bilmiyor. Verdiğim
sözü bunca yıl tuttum. Şimdi, sen mi anlatırsın
yoksa ben mi anlatayım?” deyince, Ahmet Onbaşı
bana;
- “Biliyor musun? Hayatımın hiçbir anında öylesine
korkmadım. Bir tabancanın namlu deliği kadar korkunç
bir şey düşünemiyorum.” diye söze başladı ve bu
macerayı ve kendi çektiklerini bir güzel anlattı.
O’na hak ettiği dersi çok güzel vermiştim. Belki
de hayatını tayin etmiştim veya sebep olmuştum.
Tanınmış ve çok zengin bir tüccar olmuş, dört
çocuğuna da üniversite tahsili yaptırmıştı. Babamın
sevdiği kadar vardı. O’nu rahmet ve sevgiyle anıyorum.
Tabii biraz da tebessümle. Allah taksiratını affetsin.
Amin.
|