-Pirim Hz. Mevlana'ya ithaf olarak yazan ve hazırlayan Işık Sükan-

Dördüncü Bölüm

Şunu bilin ki, bilhassa Sahih-i Buhari’nin 12 ciltlik kitabında yeralan Peygamber Efendimiz (SAV) Hazretlerinin bütün sözleri kesinlikle doğrudur. Sahih-i Buhari’ninkilerden özellikle bahsediyorum. Çünkü Buhari en az dört sahabenin şahadeti olmadıktan sonra Resulullah Efendimizin sözünü ya da davranışını kayda geçirmemiştir. Hz. Ali, Hz. Fatma olsa bile, illa ki üç kişinin daha şahitliğini istemiştir. Kitap da bu şekilde toplanmıştır. Şunu biliniz ki, eğer sizin kafanızın, mantığınızın almadığı, bu nedir acaba dediğiniz hadisler, düşüncenizi zorlayan birşeyler olduğu zaman, okumuş yazmış kişiler olarak, onu araştırın. O zaman göreceksiniz ki, gerçeğin ta kendisi karşınızda duruyor. Orada yazılanların yanlış olması mümkün değildir. Sizin bilginiz eksiktir, ondan dolayı siz yanlış sanıyor olabilirsiniz. Yani bu mantık çerçevesi içinde Kuran-ı Kerim’e ve hadislere yaklaşınız. O zaman Kuran-ı Kerim ve Resulullah Efendimizin sözleri size sırlarını açar. Bu da neymiş, bu o zamanda geçerliydi, şimdi böyle şey olur mu; diyerek arkanızı dönerseniz, zavallı, fukara, ilimsiz, bilgisiz kalan siz olursunuz.

Biliyorsunuz ki, İslam’da çok önemli bir hadise vardır. Peygamber Efendimiz Medine’den Mekke’ye 10bin kişilik bir orduyla yürüdüğü zaman, Kabe’nin önüne geldi ve Kabe’nin önüne geldiğinde Hz. Ali’ye dedi ki: “ Omuzlarıma bas, yukarı çık ve ne kadar put varsa, hepsini kır. İnsanlar artık putlara secde yapmasınlar.” Putlar kırılıp, yerle bir edilmiştir. Habeşi de o zaman çıkıyor ve Ezan-ı Muhammed’i okuyor. Yani ilk Ezan-ı Şerif Habeşi Hazretleri tarafından okumuştur. Daha sonra birgün sevgili Resulullah Efendimiz Hz. Ebu Bekir Sıddık ve Ayşe’yle beraber olduğu evin odasına giriyor. Hz Ayşe’de süs olsun diye, üzerinde kurt, ceylan gibi hayvan resimleri olan bir dokumayı perde gibi asmış. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir kızına, şiddetli bir şekilde tacizde bulunmuştur. “ Sen başka bir perde bulamadın mı? Üzerinde resimler olan... Bu hayvan resimleri de ne! Böyle bir şeyi Resullullah Efendimizin evine asmaya utanmıyor musun?” şeklinde Hz. Ayşe anamızı azarlamıştır. O zaman Peygamber Efendimiz de “Öyle değil, öyle değil. O kadar da değil artık.” diye kayınpederinin, karısını azarlamasına mani olmak istemiştir. Daha sonra bir başka zaman eve geldiklerinde, Hz. Ayşe elinde tef şarkı söylüyor, bir iki ahbabıyla neşeleniyordular. Hz Ebu Bekir öfkelenip, “Resullullah’ın zevcesine böyle tef çalıp, şarkı söylemek yakışır mı?” diye kızını azarladığında, bu sırada yine Peygamber Efendimiz kayınpederini önlemiştir. “ O kadar da değil. O kadar da değil.” diye. Doğrusunu isterseniz, daha sonra İslam’da heykelin, resmin ve musikinin yasak edildiğini görüyoruz. Bir başka enteresan hadise de şudur. O da Kuran-ı Kerim’in tilaveti meselesidir. Sevgili Peygamberimiz’e Miraç Kandili’nde hediye edilen namaz ve bir de Kuran-ı Kerim’in tilavetiyle ilgili yedi makamın hediye edildiği söyleniyor. Kuran-ı Kerim’in monoton bir sesle yani her türlü makamdan uzak, müzikalite olmadan tek makamdan okunması en sevap denmiştir. Fakat sonradan, insanlar buna tahammül edemezler diye. Bunun içinde, tilavet için 7 makam üzerine Kuran-ı Kerim’in okunması söz konusu olmuştur. Bu konuda tabii ilmi çalışmalar yapılmıştır. Tek düze, tek makam üzerinden tilavete Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu Fatih Camii’nde rastlanmıştır. Ondan sonra İTÜ Türk Müsikisi Konservatuvarı’nda ilmi çalışmalar yapanlar bunu buldular ve kasede aldılar. Ama aslında Kuran-ı Kerim’de 7 ayrı makam üzerinde okunuyor. Bu da adet olmuştur. Bu makamlardan meşhur olanları; İstanbul, Şam ve Mısır tarzıdır. Bu konuya fazla uzman olmadığım için çok da fazla değinmek istemiyorum.

Aslında resmin, heykelin ve musikinin en son gelen, ilme ve fıtrata dayalı ve en yüksek din olan İslam tarafından yasaklanması doğrusu bu asrın insanlarına iyi bir şekilde açıklanamamıştır. İlk defa İslam’da musikiyi başlatan kişi Hz. Mevlana’dır. O’nunla dini musiki başlamıştır. İlk defa resmi başlatan da yine Hz. Mevlana’dır. Ressamlar Ansiklopesi’ne bakarsanız, Mevlana’nın ismi karşısında O’nun da ilk ressamlardan olduğuna dair beyanat vardır. Şimdi tüm bunlardan sonra Devr – i Saadet’te resim, heykel, müzik yasaklandı da neden İslam’dan 8 asır sonra Hz. Mevlana resmi ve musikiyi başlattı? Bu gerçekten de ciddi bir sorudur. Bunun için yıllarca nedeni ve niçini araştırdım. Tabii bunun sonunda da Cenabı Allah’ın lütfu keremiyle cevabı da buldum. Çünkü biliyorsunuz ki arayan önce belasını, sonra da mevlasını bulurmuş. Bende de öyle oldu. Şimdi neden yasaklandığına gelelim.

Arabistan’da Peygamberimiz’den önce çok tanrılı bir din sistemi vardı. Bu dinin de kendine göre bir felsefesi, inanış biçimi, ritüelleri vardı. Ortaya çıkan sanat eserleri de bu inanış biçimlerini, felsefeyi ve ritüelleri destekleyecek biçimde kendini gösteriyordu. Çünkü sanatta, sanatçı neye inanıyorsa, neden hoşlanıyorsa, kendisini kurcalayan konular nelerse, onunla ilgili resimleri yapar. Şiir de, resim de, müzik de böyledir. Sanatın her kolunda bu görülür.
Sanat; tarihte ilk defa dini inanışlar, dini heyecan ve duyguları açıklamak için görev almıştır. Mağara resimlerinde ressamlar, tabiat kuvvetlerini ve kendilerinden güçlü hayvanların resimlerini yapmışlar.Mesela Şamanizm'de her inanışın oradaki coğrafyasında bir hayvan ritüeline rastlarız. Tabii musiki de böyledir. İlk defa musiki ortaya çıktığı zaman yine dine hizmet ediyordu. Yani tüm sanatlar başlangıçta dine hizmet etmiştir. Dini inanışların kuvvetlenmesine ailenin ve cemaatin korunması için bunlar yardım ediyordu. İnsandaki bu duygu ve düşüncelerin ifadesi çizgilerde, renklerde ve biçimlerde kendini gösterir. Gerçekten de; bunların tesiri nedir, diye baktığımızda çok iyi biliyoruz ki, heykel ve resmin, bilhassa resmin malzemesi “IŞIK”tır. İster çizgi, ister renk, isterse, geometrik şekiller olsun bunlar kullanılarak yapılan her türlü resimde asıl malzeme ışıktır. Bunları hangi heyecanla, hangi duygusal elemanla sanatçı gerçekleştiriyorsa, ortaya çıkan esere bakan kişiler bir ölçüde sanatçının duygu ve düşüncelerine angaje olmaya mecburdurlar. Çünkü ışık çok hızlıdır. Biliyoruz ki ışık bir saniye de 360 bin km. hız yapıyor. Milenyumdan sonra anlaşıldı ki ,bu hız daha yukarılara da tırmanabiliyor. Ancak her koşulda en az 360 bin km. hız yapıyor. Bir resme, bir şekle, bir biçime baktığınız zaman o biçimden size yansıyan ışık doğrudan doğruya gözleriniz aracılığıyla beyninize intikal ediyor. Ama ışık çok hızlı olduğu için beyninizin zarı beğendim beğenmedim, isterim, istemem gibi bir fikri beyan edemeden kendini korumadan aciz bu gördüklerini bilinç altına yerleştirir. Buna “beyin şartlanması” diyoruz. Bir resme dikkatlice baktığınızda gördüğünüz biçimler, renkler beyin zarınızda 3 saniye bir zaman kadar durursa hafızasıza kendini kazıyabilir. Işık çok hızlı olduğu için size herhangibir şans tanımaz. Bütün resimler size hiçbir şans tanımadan ışık hızıyla bilinçaltınıza girer. Bilinçaltında da gereken mesajları oluşturur, isteseniz de istemeseniz de. Eğer o sanat eserini yapan kişi, o sanat eserini yaptığı sırada çok olumsuz duygu ve düşünceler içindeyse, doğaya aykırı ters bir durum içinde ise, o düşünce ve duygular esere baktığınız anda bilinçaltınıza girmiştir. Yani beyninizi şartlamıştır. Bu şartlanmalar giderek yoğunlaşırsa, sanatçının istediği olumsuz yolda dengenizi kaybedebilirsiniz. Ben bu konuda birçok yerde konferanslar verdim. Mesela şu duruma bir bakalım.

Deep Purple ve Pink Floyd diye iki grup ortaya koydukları eserleri nasıl imal ediyorlar. Önce güzelce kafaları çekiyorlar. Gereken uyuşturucuları da alıyorlar. Böylece uçma noktalarına geliyorlar. Teypler açık, herşey açık, bu esnada her birisi kendi enstrumanını aklına geldiği gibi çalmaya başlıyor. Uyuşturucunun musikisini icra ediyorlar. Bizim musikimizde de bir makama oturmadan önce sanatçılara işaret verilir, onlar doğaçlama yaparlar. Buna musiki dilinde “Taksim” denir. Onlar o anda akıl ve yüreklerine geldiği gibi o makama giriş için kapı açarlar. Bu olayı jazz grupları da aynı bu şekilde kullanmaktadırlar. Neyse bunlar ayıldıktan sonra oraya çıkan melodileri müziğe uymayan yerleri kesip montaj yaparak ortaya kasetler koydular ve bu kasetleri dinleyen gençlik illa ki uyuşturucu kullanma istediği duydu. Bugün Pink Floyd ve Deep Purple gibi grupları dinleyenler en azından birazcık kafa çekme ihtiyacı duyuyorlar. Dünyada uyuşturucunun yaygınlaşmasına bu tip müzikler ve heavy metal denilen tür çok yardımcı olmuştur.
Çok büyük bir maddi ve manevi devrim yapmış olan Peygamber Efendimiz (SAV) Hazretleri Allah’tan gelen emri tabii ki tatbik edecek. Çünkü o sırada yapılan resim ve heykeller tamamiyle çok tanrılı dinleri öven, onların insan beyinlerinde yerleşip kalmasını sağlayacak sanat eserleriydi. Tarladaki ayrık otlarını temizlemedikten sonra yeni tohumların ekilmesi pek mümkün olamaz. Ekilse de o ayrık otları o tohumları boğacaktır. Nitekim daha sonraki olaylara baktığımız zaman, (Piata’da – Mikelangelo’nun bir eseridir.- çarmıhtan indirilen Hz. İsa’yı Hz. Meryem kucağında hazin bir şekilde tutmaktadır. Piata paramparçaya edilmeye kalkışıldı ve heykele de zarar verildi.)( Sanat tarihine geçen başka bir hikâye daha vardır. Yine Mikelangelo’nun yaptığı Musa heykeliyle ilgili. Musa heykeli bittiği zaman Mikelangelo heykeli dürterek, “Konuşsana” demiştir. Kendisi bile taşın içinden çıkarttığı Musa’nın neredeyse konuşacak kadar canlı olduğuna inanmıştır. Bunlar insan beyinlerini şartlayan şeyleridir.) bu örnekleri görürüz.

Semboller de aynı şeyi ifade eder ve aynı kurallara bağlıdır. Mesela Türkler’in bayrak sembolü, insanların beyinlerini şartlamıştır. Bugün hiçbir Türk bayrak sembolüne en ufak bir zarar getiren kişiyi affetmiyor. Yani, “Alt tarafı bir bez parçası, yere düşmüştür.” diyemez. Yani o kadar büyülenmiştir. Bayraktaki semboller o milleti birlik ve beraberliğe şartlamıştır. Resullulah (SAV)’ın başka bir Hadis-i Şerifi’nden bahsetmek istiyorum. “Duvarda yazılı bir levha olsa, tek bir harf -mesela Elif harfi ya da Allah kelimesi veya Bismillahirrahmanirrahim veya bir ayet siz isterseniz okuma yazma bilin isterseniz bilmeyin. Gözlerinizi o yazıdan ayırıncaya kadar cenabı Allah sizi ibadette sayacaktır.” demiştir. Şimdi bu hadisleri yanyana getirdiğimizde benim sizlere anlatmaya çalıştığım şeyde ne kadar haklı olduğumu görebilirsiniz. Çünkü yazının kendisi bile beyni şartlamaya yeterlidir. Belki de onun için yazılı edebiyat sözlü edebiyattan daha güçlüdür denmiştir.


Musikiye gelince, musikinin ancak ve ancak Hz. Mevlana döneminde başlaması son derece normaldir. Çünkü Ümmeti Muhammed o putperest dönemin negatif tesirlerinden o zamana değin temizlenmiştir. Temizlenmiş ve artık doğru yola girmiş, günde beş vakit namazını kılan, orucunu tutan bir kişinin musiki yapmasında bir problem olamaz. Çünkü artık onda putperest dönemdeki gibi sapkınlıklar kalmamıştır. O yüzden Hz. Mevlana’yla birlikte başlayan bu çok yüksek musiki bugün de dünyanın en önemli müziği kabul ediliyor. Batı’da dahi Bach bu müzikten sonra geliyor. Bu müziği dinlediğiniz zaman her türlü zihin ve ruh kargaşasından Allah’ın kuvvet ve kudretiyle çıktığınızı hissedersiniz. Sağaldığınızı, dinlenmiş ve arınmış bir hale geldiğinizi hissedersiniz. Onun için dünyanın her tarafından, bir ucu Japonya, Amerika diğer ucu Avusturalya, Afrika ya kadar yüz binlerce insanın Hz. Mevlana’nın ölüm yıldönümünde bu müziği dinlemeye geldiğini görüyoruz. Mesela Yunus Emre’nin de harikulade şiirleri ve anonim müziğiyle bütün dünya mest olmuştur.

“Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen onu
Bana seni gerek seni.”

Ve daha niceleri harikulade ilahiler halinde 12. yüzyıldan bugüne hiç bozulmadan değerini kaybetmeden geliyor. Demek ki, çarşıya pazara gider gibi, falan sergide bu resim benim hoşuma gitti diye, 21. yüzyılda olmamıza rağmen, bilinçsizce satın alamazsınız. Size bu görüşlerimin ne kadar doğru olduğunu daha net açıklayabilmek için başımdan geçen bir hikâyeyi anlatmak istiyorum.

Kızımın konservatuvarda okuduğu sıralarda harcını yatırmak için Mimar Sinan Üniversitesi’ne gittim. Çünkü orada bale bölümünde okuyordu. Tatil boyunca duvarlar badana edilmiş, gereken yerler tamir edilmiş, tatil boyunca çeşitli yerlerde tadilatlar yapılmış. Ben muhasebeci arkadaşın odasına girdim. Çok güzel bir büroydu. Bu muhasebeci arkadaşın masasının tam karşısında, yani oturduğu zaman direkt görebileceği yerde, çok güzel bir tablo vardı. Bu delikanlı fevkalade nazik, zarif ve saygılı bir şekilde bana hitap etti. Ben bundan çok hoşlandım. Harçları falan yatırdıktan sonra çay mı içersiniz, kahve mi içersiniz diye birşeyler ikram etmeye çalışan bu nur yüzlü temiz bir delikanlıya dedim ki, “Beyefendi bana çok iyi, çok nazik ve çok cömert davrandınız. Memuriyetinizin hakkını verdiniz. Buna karşılık ben de size teşekkürlerimiz dışında bir nasihatta bulunacağım. Siz bu nasihatımı anlamayacaksınız, biliyorum. Ehemmiyet vermeyeceksiniz, bunu da biliyorum. Fakat birkaç ay sonra hastalandığınızda; geceleri uykusuz kalmaya, kafanızı bir türlü toplayamamaya, iştahsızlanmaya, uyuduğunuzda kabuslar görmeye başlayıp da , bir psikoloğa başvurmak zorunda kaldığınız zaman beni o vakit hatırlayacaksınız. Size verdiğim nasihatı da hatırlayacaksınız.”

Hayretler içinde edebini bozmadan beni dinledi ve ben de devam ettim. “Bu karşınızda bulunan tablo güzel bir resimdir. Ama bir büroya koymak için değildir. Belki bir müzeye konabilir. Ama bir eve, büroya ya da insanları bolca etkileyecek bir yere konmamalıdır. Konursa bu kısa bir süre sonra tahmini 1.5 / 2 ay sonra sizin üzerinizde hastalık belirtileri başlayacaktır. Bir psikiyatra gitmeyi düşündüğünüz zaman beni hatırlayınız ve boş yere akintonları yutmaya gerek kalmadan bu resmi oradan kaldırınız.” diyerek ayrıldım.

Bir sene sonra ben tekrar kurumun okul harcını ödemek için geldim. Bu delikanlı beni gördüğünde neredeyse bando mızıkıyla karşılayacaktı. Dedi ki: “ Hanımefendi söylediğiniz her laf bir bir çıktı. Buyurduğunuz gibi anlamadım sizin söylediklerinizi.” Ben de o sırada “Zaten inanırsanız hemen kaldırın bu resmi, hiç de hastalanmayın diyecektim.” dedim. “Ama bana inanmayacaksınız ne yazık. Ancak hastalandığınız da o zaman aklınız başınız gelecek.” demiştim. Delikanlı devam etti. “Dediğiniz gibi; iki ay sonra iştahsızlaşmaya, bunalımlar geçirmeye, uykusuzluk çekmeye başladım. Bu durum karşısında da hemen sizin nasihatınız aklıma geldi.” Ve baktım ki resim kalkmış. Tabii çocukcağızın aklı başına tüm bu olumsuzlukları yaşadıktan sonra gelmişti.

Bu tarz örneklerim oldukça çoktur. Bir keresinde de benim büromun yanına iki genç mimar çocuk bir ofis açmaya başlamışlardı. Benim de o sıralar işlerimin yoğunluğu dolayısıyla, komşularımın ne yaptıklarıyla ilgilenecek vaktim yoktu. Ustalar, badanacılar, boyacılar işlerini bitirmişlerdi. Birgün kapının önünden geçerken şunlara bir merhaba diyeyim dedim. Bunlar çok küçük yaşlarından beri birbirlerine çok düşkün iki arkadaşmış. İçeri girdiğimde ne göreyim. Duvarlar korkunç renklere boyanmıştı. Onlar akılları sıra modern tarza bürolarını boyadıklarını zannediyorlar. Derken söze başladım. “Çocuklar! Ben bitişikteki avukat arkadaşınızım. Ama tabii ben sadece avukat değilim aynı zamanda sanatçıyım, başka şeylerde var falan.” dedim. “Burayı ne yaptınız böyle” diye birden çıkışınca şaşırdılar bir an. “Hani hayırlı uğurlu olsun diyeceğim ama pek hayırlı olmayacak galiba.” dedim. “Duvarlar bu renklere boyanır mı? Hangi akla hizmet ettiniz. “ Tabii beni hayatlarında ilk defa görüyorlar. Böyle bir eleştiri alınca bir hayli sinirlendiler. Edeplerinden sessiz duruyorlar. “Derhal duvarların boyasını değiştirin!” dedim. “Aksi taktirde bir ay sonra iki arkadaş birbirinize gireceksiniz. Herşeyiniz birbirinize batacak. Bunca yıllık dostluğunuz bozulacak. Senin evet dediğine bu hayır diyecek. Bunun evet dediğine sen hayır diyeceksin. Uyumsuzluk hat safhaya çıkacak. Siz bu büroyu terk edeceksiniz. Bütün yaptığınız masraflar boşa gidecek. Aldığınız işler yarım kalacak. Derhal bu büronun renklerini değiştirin.” dedim “Tabii şimdi siz beni ukala bir abla gibi görüyorsunuz. Biraz kafadan iyi midir nedir diyeceksiniz. İlk defa gidilen yerde böyle konuşulur mu gibi düşünceler geçecek kafanızdan ama. Bu birşeyi değiştirmeyecek. Ben size gençleri çok takdir ettiğim için başınıza gelecekleri önden haber veriyorum. Ama gene de siz bilirsiniz.” diyerek o büroyu terk ettim. Terk etmeden evvel de bana “Biz buraya çok masraf yaptık. Değiştiremeyiz!” dediler. Ama sonunda benim dediğim çıktı. Maalesef aşağı yukarı bir, birbuçuk ay sonra hayatları boyunca dost olmuş bu iki genç çok büyük kavgalar ederek, çok büyük zarar ederek, büroyu o pis renklerle kapattılar.

Şimdi daha net açıklayabilmişimdir umuyorum. Renkler sırdır. Her rengin bir sırrı vardır. Renk ne demek? Işık kaynağından çıkan beyaz ışık oraya çarptığı zaman o yedi renkten birisini serbest bırakır. Böylece ışığın dalga boyu değişir. Işığın dalga boyu değiştiği zaman değişen dalga boyundaki ışığın bilinçaltımızda hangi oyunları oynayacağını ancak uzman bir kişi bilebilir. Bundan otuzbeş sene evvel Türkiye’de bir ilmin neşri nümâ bulmasını istemiştim. Türkiye’de şu an adı bilinmeyen bir ilmin hiç değilse toplu iş sözleşmeleriyle, kabul edilip ortaya çıkmasını dilemiştim. Yüksek tahsil yapmanıza rağmen o ilmin ne olduğunu dahi bilmiyor olabilirsiniz. O ilmin adı da “ergonomi”dir. Ergonomi, hem işçinin hem de işverenin çıkarları uğruna icat edilmiş 20. yüzyıla ait bir bilim dalıdır. Bu bilim dalının özelliği bütün bilim dallarına ait uzmanlarının bir araya gelerek. Yani hukukçukların, psikologların, ressamların, doktorların kısacası en az yedi sekizi ilim dalında uzmanlaşmış kişilerin bir araya gelerek, insanların maddi manevi yıpranmalarını askeri düzeye indirmek ve üretimlerini azami düzeye ulaştırmak için olgunlaştırılmış kompleks bir bilim dalının adıdır. Buna göre, ilk önce vatandaşın çalıştığı mekanın sağlık koşullarına ne kadar uygun olduğu çevreciler tarafından kontrol edilir. Duvarların ne renge boyanması gerektiği psikologlar ve sanatçılar tarafından kontrol edilir ve çalışan kişilerin ruhsal yapılarını bozacak renkler kesinlikle seçilmez, ondan sonra çalışanların mesai başladıktan bir saat sonra kalpleri, nabızları kontrol edilerek, her saat başı beş dakika izin verilir. Böyle bir kontrolden geçtikten sonra diğer bir günde beşer dakika izin verilmeyerek, onun yerine öğlenleyin bir saatlik bir tatil verilir. Ve iki sistem arasında kıyaslama yapılır. Hangisinin daha iyi olduğuna karar verilir. Eğer her saat başı beş dakika mola verilirse nabız çıktığı yerden tekrar normale geliyor. Ama eğer öğlenleyin bu arkadaşlara 1 saatlik mola verilse bile nabzın normal seviyesine inmediğini görülmektedir.. Buradan da o kişinin yıpranmasının önlenmesi sağlanmaya çalışılır. Bu tabiata uygun şekilde sistem yeniden akortlanıyor. Üretimi arttırmak için ise, üretim yapan kişilerin içinde en hızlı ve en çok üretim yapan kişiler filme alınır. Bu film haftasonu bütün işçilere eğitim olarak ağır çekimde gösterilir. Diğer işçilere de “Siz de bu ağır çekimdeki gibi davranacak, elinizi kolunuzu bu şekilde kullanacaksınız.” diye eğitim verilir. Ondan sonra işçiler en yüksek randımanı verirler. Böylelikle işçi daha az yıpranarak daha çok iş yapmış olur. Bu şekilde işçi daha az yıpranır, işverense daha fazla randıman alır. İki taraf içinde karlı olur. Bu ilim aslında tıpkı sinema gibidir. Biliyorsunuz sinemada da pekçok sanat bir aradadır. Bir başka deyişle “yedinci sanat” tır. Bu durumda da argenomiye de yedinci ilim diyebiliriz. Onun içinde de bu konular çok önemlidir. Ayrıca da ruhsal yapılara uyumlu müzik de dinlettirirsek, yıpranmayı daha da aşağı çekmiş oluruz.

   
     
DİNİ BİLGİLER
Pirim Hz. Mevlana'ya ithaf olarak yazan ve hazırlayan Işık Sükan
Dini Bilgiler (1)
Dini Bilgiler (2)
Dini Bilgiler (3)
Dini Bilgiler (4)
Dini Bilgiler (5)
Dini Bilgiler (6)
Dini Bilgiler (7)
Dini Bilgiler (8)
Dini Bilgiler (9)
Dini Bilgiler (10)
Dini Bilgiler (11)
MEVLANA'DAN İNCİLER
Hazırlayan Işık Sükan
Mevlana'dan İnciler(1)
Mevlana'dan İnciler(2)
Mevlana'dan İnciler(3)
Mevlana'dan İnciler(4)
Mevlana'dan İnciler(5)

© 2005 Işık Sükan - Her Hakkı Saklıdır. İzin almadan çoğaltılamaz ve kopyalanamaz.
Bu site bir Bora Döken tasarımıdır.