-Pirim
Hz. Mevlana'ya ithaf olarak yazan ve hazırlayan
Işık Sükan-
Dördüncü Bölüm
Şunu bilin ki, bilhassa Sahih-i Buhari’nin
12 ciltlik kitabında yeralan Peygamber Efendimiz
(SAV) Hazretlerinin bütün sözleri kesinlikle doğrudur.
Sahih-i Buhari’ninkilerden özellikle bahsediyorum.
Çünkü Buhari en az dört sahabenin şahadeti olmadıktan
sonra Resulullah Efendimizin sözünü ya da davranışını
kayda geçirmemiştir. Hz. Ali, Hz. Fatma olsa bile,
illa ki üç kişinin daha şahitliğini istemiştir.
Kitap da bu şekilde toplanmıştır. Şunu biliniz
ki, eğer sizin kafanızın, mantığınızın almadığı,
bu nedir acaba dediğiniz hadisler, düşüncenizi
zorlayan birşeyler olduğu zaman, okumuş yazmış
kişiler olarak, onu araştırın. O zaman göreceksiniz
ki, gerçeğin ta kendisi karşınızda duruyor. Orada
yazılanların yanlış olması mümkün değildir. Sizin
bilginiz eksiktir, ondan dolayı siz yanlış sanıyor
olabilirsiniz. Yani bu mantık çerçevesi içinde
Kuran-ı Kerim’e ve hadislere yaklaşınız. O zaman
Kuran-ı Kerim ve Resulullah Efendimizin sözleri
size sırlarını açar. Bu da neymiş, bu o zamanda
geçerliydi, şimdi böyle şey olur mu; diyerek arkanızı
dönerseniz, zavallı, fukara, ilimsiz, bilgisiz
kalan siz olursunuz.
Biliyorsunuz ki, İslam’da çok önemli bir hadise
vardır. Peygamber Efendimiz Medine’den Mekke’ye
10bin kişilik bir orduyla yürüdüğü zaman, Kabe’nin
önüne geldi ve Kabe’nin önüne geldiğinde Hz. Ali’ye
dedi ki: “ Omuzlarıma bas, yukarı çık ve ne kadar
put varsa, hepsini kır. İnsanlar artık putlara
secde yapmasınlar.” Putlar kırılıp, yerle bir
edilmiştir. Habeşi de o zaman çıkıyor ve Ezan-ı
Muhammed’i okuyor. Yani ilk Ezan-ı Şerif Habeşi
Hazretleri tarafından okumuştur. Daha sonra birgün
sevgili Resulullah Efendimiz Hz. Ebu Bekir Sıddık
ve Ayşe’yle beraber olduğu evin odasına giriyor.
Hz Ayşe’de süs olsun diye, üzerinde kurt, ceylan
gibi hayvan resimleri olan bir dokumayı perde
gibi asmış. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir kızına,
şiddetli bir şekilde tacizde bulunmuştur. “ Sen
başka bir perde bulamadın mı? Üzerinde resimler
olan... Bu hayvan resimleri de ne! Böyle bir şeyi
Resullullah Efendimizin evine asmaya utanmıyor
musun?” şeklinde Hz. Ayşe anamızı azarlamıştır.
O zaman Peygamber Efendimiz de “Öyle değil, öyle
değil. O kadar da değil artık.” diye kayınpederinin,
karısını azarlamasına mani olmak istemiştir. Daha
sonra bir başka zaman eve geldiklerinde, Hz. Ayşe
elinde tef şarkı söylüyor, bir iki ahbabıyla neşeleniyordular.
Hz Ebu Bekir öfkelenip, “Resullullah’ın zevcesine
böyle tef çalıp, şarkı söylemek yakışır mı?” diye
kızını azarladığında, bu sırada yine Peygamber
Efendimiz kayınpederini önlemiştir. “ O kadar
da değil. O kadar da değil.” diye. Doğrusunu isterseniz,
daha sonra İslam’da heykelin, resmin ve musikinin
yasak edildiğini görüyoruz. Bir başka enteresan
hadise de şudur. O da Kuran-ı Kerim’in tilaveti
meselesidir. Sevgili Peygamberimiz’e Miraç Kandili’nde
hediye edilen namaz ve bir de Kuran-ı Kerim’in
tilavetiyle ilgili yedi makamın hediye edildiği
söyleniyor. Kuran-ı Kerim’in monoton bir sesle
yani her türlü makamdan uzak, müzikalite olmadan
tek makamdan okunması en sevap denmiştir. Fakat
sonradan, insanlar buna tahammül edemezler diye.
Bunun içinde, tilavet için 7 makam üzerine Kuran-ı
Kerim’in okunması söz konusu olmuştur. Bu konuda
tabii ilmi çalışmalar yapılmıştır. Tek düze, tek
makam üzerinden tilavete Fatih Sultan Mehmet’in
kurduğu Fatih Camii’nde rastlanmıştır. Ondan sonra
İTÜ Türk Müsikisi Konservatuvarı’nda ilmi çalışmalar
yapanlar bunu buldular ve kasede aldılar. Ama
aslında Kuran-ı Kerim’de 7 ayrı makam üzerinde
okunuyor. Bu da adet olmuştur. Bu makamlardan
meşhur olanları; İstanbul, Şam ve Mısır tarzıdır.
Bu konuya fazla uzman olmadığım için çok da fazla
değinmek istemiyorum.
Aslında resmin, heykelin ve musikinin
en son gelen, ilme ve fıtrata dayalı ve en yüksek
din olan İslam tarafından yasaklanması doğrusu
bu asrın insanlarına iyi bir şekilde açıklanamamıştır.
İlk defa İslam’da musikiyi başlatan kişi Hz. Mevlana’dır.
O’nunla dini musiki başlamıştır. İlk defa resmi
başlatan da yine Hz. Mevlana’dır. Ressamlar Ansiklopesi’ne
bakarsanız, Mevlana’nın ismi karşısında O’nun
da ilk ressamlardan olduğuna dair beyanat vardır.
Şimdi tüm bunlardan sonra Devr – i Saadet’te resim,
heykel, müzik yasaklandı da neden İslam’dan 8
asır sonra Hz. Mevlana resmi ve musikiyi başlattı?
Bu gerçekten de ciddi bir sorudur. Bunun için
yıllarca nedeni ve niçini araştırdım. Tabii bunun
sonunda da Cenabı Allah’ın lütfu keremiyle cevabı
da buldum. Çünkü biliyorsunuz ki arayan önce belasını,
sonra da mevlasını bulurmuş. Bende de öyle oldu.
Şimdi neden yasaklandığına gelelim.
Arabistan’da Peygamberimiz’den önce çok tanrılı
bir din sistemi vardı. Bu dinin de kendine göre
bir felsefesi, inanış biçimi, ritüelleri vardı.
Ortaya çıkan sanat eserleri de bu inanış biçimlerini,
felsefeyi ve ritüelleri destekleyecek biçimde
kendini gösteriyordu. Çünkü sanatta, sanatçı neye
inanıyorsa, neden hoşlanıyorsa, kendisini kurcalayan
konular nelerse, onunla ilgili resimleri yapar.
Şiir de, resim de, müzik de böyledir. Sanatın
her kolunda bu görülür.
Sanat; tarihte ilk defa dini inanışlar, dini heyecan
ve duyguları açıklamak için görev almıştır. Mağara
resimlerinde ressamlar, tabiat kuvvetlerini ve
kendilerinden güçlü hayvanların resimlerini yapmışlar.Mesela
Şamanizm'de her inanışın oradaki coğrafyasında
bir hayvan ritüeline rastlarız. Tabii musiki de
böyledir. İlk defa musiki ortaya çıktığı zaman
yine dine hizmet ediyordu. Yani tüm sanatlar başlangıçta
dine hizmet etmiştir. Dini inanışların kuvvetlenmesine
ailenin ve cemaatin korunması için bunlar yardım
ediyordu. İnsandaki bu duygu ve düşüncelerin ifadesi
çizgilerde, renklerde ve biçimlerde kendini gösterir.
Gerçekten de; bunların tesiri nedir, diye baktığımızda
çok iyi biliyoruz ki, heykel ve resmin, bilhassa
resmin malzemesi “IŞIK”tır. İster çizgi, ister
renk, isterse, geometrik şekiller olsun bunlar
kullanılarak yapılan her türlü resimde asıl malzeme
ışıktır. Bunları hangi heyecanla, hangi duygusal
elemanla sanatçı gerçekleştiriyorsa, ortaya çıkan
esere bakan kişiler bir ölçüde sanatçının duygu
ve düşüncelerine angaje olmaya mecburdurlar. Çünkü
ışık çok hızlıdır. Biliyoruz ki ışık bir saniye
de 360 bin km. hız yapıyor. Milenyumdan sonra
anlaşıldı ki ,bu hız daha yukarılara da tırmanabiliyor.
Ancak her koşulda en az 360 bin km. hız yapıyor.
Bir resme, bir şekle, bir biçime baktığınız zaman
o biçimden size yansıyan ışık doğrudan doğruya
gözleriniz aracılığıyla beyninize intikal ediyor.
Ama ışık çok hızlı olduğu için beyninizin zarı
beğendim beğenmedim, isterim, istemem gibi bir
fikri beyan edemeden kendini korumadan aciz bu
gördüklerini bilinç altına yerleştirir. Buna “beyin
şartlanması” diyoruz. Bir resme dikkatlice baktığınızda
gördüğünüz biçimler, renkler beyin zarınızda 3
saniye bir zaman kadar durursa hafızasıza kendini
kazıyabilir. Işık çok hızlı olduğu için size herhangibir
şans tanımaz. Bütün resimler size hiçbir şans
tanımadan ışık hızıyla bilinçaltınıza girer. Bilinçaltında
da gereken mesajları oluşturur, isteseniz de istemeseniz
de. Eğer o sanat eserini yapan kişi, o sanat eserini
yaptığı sırada çok olumsuz duygu ve düşünceler
içindeyse, doğaya aykırı ters bir durum içinde
ise, o düşünce ve duygular esere baktığınız anda
bilinçaltınıza girmiştir. Yani beyninizi şartlamıştır.
Bu şartlanmalar giderek yoğunlaşırsa, sanatçının
istediği olumsuz yolda dengenizi kaybedebilirsiniz.
Ben bu konuda birçok yerde konferanslar verdim.
Mesela şu duruma bir bakalım.
Deep Purple ve Pink Floyd diye iki grup ortaya
koydukları eserleri nasıl imal ediyorlar. Önce
güzelce kafaları çekiyorlar. Gereken uyuşturucuları
da alıyorlar. Böylece uçma noktalarına geliyorlar.
Teypler açık, herşey açık, bu esnada her birisi
kendi enstrumanını aklına geldiği gibi çalmaya
başlıyor. Uyuşturucunun musikisini icra ediyorlar.
Bizim musikimizde de bir makama oturmadan önce
sanatçılara işaret verilir, onlar doğaçlama yaparlar.
Buna musiki dilinde “Taksim” denir. Onlar o anda
akıl ve yüreklerine geldiği gibi o makama giriş
için kapı açarlar. Bu olayı jazz grupları da aynı
bu şekilde kullanmaktadırlar. Neyse bunlar ayıldıktan
sonra oraya çıkan melodileri müziğe uymayan yerleri
kesip montaj yaparak ortaya kasetler koydular
ve bu kasetleri dinleyen gençlik illa ki uyuşturucu
kullanma istediği duydu. Bugün Pink Floyd ve Deep
Purple gibi grupları dinleyenler en azından birazcık
kafa çekme ihtiyacı duyuyorlar. Dünyada uyuşturucunun
yaygınlaşmasına bu tip müzikler ve heavy metal
denilen tür çok yardımcı olmuştur.
Çok büyük bir maddi ve manevi devrim yapmış olan
Peygamber Efendimiz (SAV) Hazretleri Allah’tan
gelen emri tabii ki tatbik edecek. Çünkü o sırada
yapılan resim ve heykeller tamamiyle çok tanrılı
dinleri öven, onların insan beyinlerinde yerleşip
kalmasını sağlayacak sanat eserleriydi. Tarladaki
ayrık otlarını temizlemedikten sonra yeni tohumların
ekilmesi pek mümkün olamaz. Ekilse de o ayrık
otları o tohumları boğacaktır. Nitekim daha sonraki
olaylara baktığımız zaman, (Piata’da – Mikelangelo’nun
bir eseridir.- çarmıhtan indirilen Hz. İsa’yı
Hz. Meryem kucağında hazin bir şekilde tutmaktadır.
Piata paramparçaya edilmeye kalkışıldı ve heykele
de zarar verildi.)( Sanat tarihine geçen başka
bir hikâye daha vardır. Yine Mikelangelo’nun yaptığı
Musa heykeliyle ilgili. Musa heykeli bittiği zaman
Mikelangelo heykeli dürterek, “Konuşsana” demiştir.
Kendisi bile taşın içinden çıkarttığı Musa’nın
neredeyse konuşacak kadar canlı olduğuna inanmıştır.
Bunlar insan beyinlerini şartlayan şeyleridir.)
bu örnekleri görürüz.
Semboller de aynı şeyi ifade eder ve aynı kurallara
bağlıdır. Mesela Türkler’in bayrak sembolü, insanların
beyinlerini şartlamıştır. Bugün hiçbir Türk bayrak
sembolüne en ufak bir zarar getiren kişiyi affetmiyor.
Yani, “Alt tarafı bir bez parçası, yere düşmüştür.”
diyemez. Yani o kadar büyülenmiştir. Bayraktaki
semboller o milleti birlik ve beraberliğe şartlamıştır.
Resullulah (SAV)’ın başka bir Hadis-i Şerifi’nden
bahsetmek istiyorum. “Duvarda yazılı bir levha
olsa, tek bir harf -mesela Elif harfi ya da Allah
kelimesi veya Bismillahirrahmanirrahim veya bir
ayet siz isterseniz okuma yazma bilin isterseniz
bilmeyin. Gözlerinizi o yazıdan ayırıncaya kadar
cenabı Allah sizi ibadette sayacaktır.” demiştir.
Şimdi bu hadisleri yanyana getirdiğimizde benim
sizlere anlatmaya çalıştığım şeyde ne kadar haklı
olduğumu görebilirsiniz. Çünkü yazının kendisi
bile beyni şartlamaya yeterlidir. Belki de onun
için yazılı edebiyat sözlü edebiyattan daha güçlüdür
denmiştir.
Musikiye gelince, musikinin ancak ve ancak Hz.
Mevlana döneminde başlaması son derece normaldir.
Çünkü Ümmeti Muhammed o putperest dönemin negatif
tesirlerinden o zamana değin temizlenmiştir. Temizlenmiş
ve artık doğru yola girmiş, günde beş vakit namazını
kılan, orucunu tutan bir kişinin musiki yapmasında
bir problem olamaz. Çünkü artık onda putperest
dönemdeki gibi sapkınlıklar kalmamıştır. O yüzden
Hz. Mevlana’yla birlikte başlayan bu çok yüksek
musiki bugün de dünyanın en önemli müziği kabul
ediliyor. Batı’da dahi Bach bu müzikten sonra
geliyor. Bu müziği dinlediğiniz zaman her türlü
zihin ve ruh kargaşasından Allah’ın kuvvet ve
kudretiyle çıktığınızı hissedersiniz. Sağaldığınızı,
dinlenmiş ve arınmış bir hale geldiğinizi hissedersiniz.
Onun için dünyanın her tarafından, bir ucu Japonya,
Amerika diğer ucu Avusturalya, Afrika ya kadar
yüz binlerce insanın Hz. Mevlana’nın ölüm yıldönümünde
bu müziği dinlemeye geldiğini görüyoruz. Mesela
Yunus Emre’nin de harikulade şiirleri ve anonim
müziğiyle bütün dünya mest olmuştur.
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen onu
Bana seni gerek seni.”
Ve daha niceleri harikulade ilahiler
halinde 12. yüzyıldan bugüne hiç bozulmadan değerini
kaybetmeden geliyor. Demek ki, çarşıya pazara
gider gibi, falan sergide bu resim benim hoşuma
gitti diye, 21. yüzyılda olmamıza rağmen, bilinçsizce
satın alamazsınız. Size bu görüşlerimin ne kadar
doğru olduğunu daha net açıklayabilmek için başımdan
geçen bir hikâyeyi anlatmak istiyorum.
Kızımın konservatuvarda okuduğu
sıralarda harcını yatırmak için Mimar Sinan Üniversitesi’ne
gittim. Çünkü orada bale bölümünde okuyordu. Tatil
boyunca duvarlar badana edilmiş, gereken yerler
tamir edilmiş, tatil boyunca çeşitli yerlerde
tadilatlar yapılmış. Ben muhasebeci arkadaşın
odasına girdim. Çok güzel bir büroydu. Bu muhasebeci
arkadaşın masasının tam karşısında, yani oturduğu
zaman direkt görebileceği yerde, çok güzel bir
tablo vardı. Bu delikanlı fevkalade nazik, zarif
ve saygılı bir şekilde bana hitap etti. Ben bundan
çok hoşlandım. Harçları falan yatırdıktan sonra
çay mı içersiniz, kahve mi içersiniz diye birşeyler
ikram etmeye çalışan bu nur yüzlü temiz bir delikanlıya
dedim ki, “Beyefendi bana çok iyi, çok nazik ve
çok cömert davrandınız. Memuriyetinizin hakkını
verdiniz. Buna karşılık ben de size teşekkürlerimiz
dışında bir nasihatta bulunacağım. Siz bu nasihatımı
anlamayacaksınız, biliyorum. Ehemmiyet vermeyeceksiniz,
bunu da biliyorum. Fakat birkaç ay sonra hastalandığınızda;
geceleri uykusuz kalmaya, kafanızı bir türlü toplayamamaya,
iştahsızlanmaya, uyuduğunuzda kabuslar görmeye
başlayıp da , bir psikoloğa başvurmak zorunda
kaldığınız zaman beni o vakit hatırlayacaksınız.
Size verdiğim nasihatı da hatırlayacaksınız.”
Hayretler içinde edebini bozmadan
beni dinledi ve ben de devam ettim. “Bu karşınızda
bulunan tablo güzel bir resimdir. Ama bir büroya
koymak için değildir. Belki bir müzeye konabilir.
Ama bir eve, büroya ya da insanları bolca etkileyecek
bir yere konmamalıdır. Konursa bu kısa bir süre
sonra tahmini 1.5 / 2 ay sonra sizin üzerinizde
hastalık belirtileri başlayacaktır. Bir psikiyatra
gitmeyi düşündüğünüz zaman beni hatırlayınız ve
boş yere akintonları yutmaya gerek kalmadan bu
resmi oradan kaldırınız.” diyerek ayrıldım.
Bir sene sonra ben tekrar kurumun
okul harcını ödemek için geldim. Bu delikanlı
beni gördüğünde neredeyse bando mızıkıyla karşılayacaktı.
Dedi ki: “ Hanımefendi söylediğiniz her laf bir
bir çıktı. Buyurduğunuz gibi anlamadım sizin söylediklerinizi.”
Ben de o sırada “Zaten inanırsanız hemen kaldırın
bu resmi, hiç de hastalanmayın diyecektim.” dedim.
“Ama bana inanmayacaksınız ne yazık. Ancak hastalandığınız
da o zaman aklınız başınız gelecek.” demiştim.
Delikanlı devam etti. “Dediğiniz gibi; iki ay
sonra iştahsızlaşmaya, bunalımlar geçirmeye, uykusuzluk
çekmeye başladım. Bu durum karşısında da hemen
sizin nasihatınız aklıma geldi.” Ve baktım ki
resim kalkmış. Tabii çocukcağızın aklı başına
tüm bu olumsuzlukları yaşadıktan sonra gelmişti.
Bu tarz örneklerim oldukça çoktur.
Bir keresinde de benim büromun yanına iki genç
mimar çocuk bir ofis açmaya başlamışlardı. Benim
de o sıralar işlerimin yoğunluğu dolayısıyla,
komşularımın ne yaptıklarıyla ilgilenecek vaktim
yoktu. Ustalar, badanacılar, boyacılar işlerini
bitirmişlerdi. Birgün kapının önünden geçerken
şunlara bir merhaba diyeyim dedim. Bunlar çok
küçük yaşlarından beri birbirlerine çok düşkün
iki arkadaşmış. İçeri girdiğimde ne göreyim. Duvarlar
korkunç renklere boyanmıştı. Onlar akılları sıra
modern tarza bürolarını boyadıklarını zannediyorlar.
Derken söze başladım. “Çocuklar! Ben bitişikteki
avukat arkadaşınızım. Ama tabii ben sadece avukat
değilim aynı zamanda sanatçıyım, başka şeylerde
var falan.” dedim. “Burayı ne yaptınız böyle”
diye birden çıkışınca şaşırdılar bir an. “Hani
hayırlı uğurlu olsun diyeceğim ama pek hayırlı
olmayacak galiba.” dedim. “Duvarlar bu renklere
boyanır mı? Hangi akla hizmet ettiniz. “ Tabii
beni hayatlarında ilk defa görüyorlar. Böyle bir
eleştiri alınca bir hayli sinirlendiler. Edeplerinden
sessiz duruyorlar. “Derhal duvarların boyasını
değiştirin!” dedim. “Aksi taktirde bir ay sonra
iki arkadaş birbirinize gireceksiniz. Herşeyiniz
birbirinize batacak. Bunca yıllık dostluğunuz
bozulacak. Senin evet dediğine bu hayır diyecek.
Bunun evet dediğine sen hayır diyeceksin. Uyumsuzluk
hat safhaya çıkacak. Siz bu büroyu terk edeceksiniz.
Bütün yaptığınız masraflar boşa gidecek. Aldığınız
işler yarım kalacak. Derhal bu büronun renklerini
değiştirin.” dedim “Tabii şimdi siz beni ukala
bir abla gibi görüyorsunuz. Biraz kafadan iyi
midir nedir diyeceksiniz. İlk defa gidilen yerde
böyle konuşulur mu gibi düşünceler geçecek kafanızdan
ama. Bu birşeyi değiştirmeyecek. Ben size gençleri
çok takdir ettiğim için başınıza gelecekleri önden
haber veriyorum. Ama gene de siz bilirsiniz.”
diyerek o büroyu terk ettim. Terk etmeden evvel
de bana “Biz buraya çok masraf yaptık. Değiştiremeyiz!”
dediler. Ama sonunda benim dediğim çıktı. Maalesef
aşağı yukarı bir, birbuçuk ay sonra hayatları
boyunca dost olmuş bu iki genç çok büyük kavgalar
ederek, çok büyük zarar ederek, büroyu o pis renklerle
kapattılar.
Şimdi daha net açıklayabilmişimdir
umuyorum. Renkler sırdır. Her rengin bir sırrı
vardır. Renk ne demek? Işık kaynağından çıkan
beyaz ışık oraya çarptığı zaman o yedi renkten
birisini serbest bırakır. Böylece ışığın dalga
boyu değişir. Işığın dalga boyu değiştiği zaman
değişen dalga boyundaki ışığın bilinçaltımızda
hangi oyunları oynayacağını ancak uzman bir kişi
bilebilir. Bundan otuzbeş sene evvel Türkiye’de
bir ilmin neşri nümâ bulmasını istemiştim. Türkiye’de
şu an adı bilinmeyen bir ilmin hiç değilse toplu
iş sözleşmeleriyle, kabul edilip ortaya çıkmasını
dilemiştim. Yüksek tahsil yapmanıza rağmen o ilmin
ne olduğunu dahi bilmiyor olabilirsiniz. O ilmin
adı da “ergonomi”dir. Ergonomi, hem işçinin hem
de işverenin çıkarları uğruna icat edilmiş 20.
yüzyıla ait bir bilim dalıdır. Bu bilim dalının
özelliği bütün bilim dallarına ait uzmanlarının
bir araya gelerek. Yani hukukçukların, psikologların,
ressamların, doktorların kısacası en az yedi sekizi
ilim dalında uzmanlaşmış kişilerin bir araya gelerek,
insanların maddi manevi yıpranmalarını askeri
düzeye indirmek ve üretimlerini azami düzeye ulaştırmak
için olgunlaştırılmış kompleks bir bilim dalının
adıdır. Buna göre, ilk önce vatandaşın çalıştığı
mekanın sağlık koşullarına ne kadar uygun olduğu
çevreciler tarafından kontrol edilir. Duvarların
ne renge boyanması gerektiği psikologlar ve sanatçılar
tarafından kontrol edilir ve çalışan kişilerin
ruhsal yapılarını bozacak renkler kesinlikle seçilmez,
ondan sonra çalışanların mesai başladıktan bir
saat sonra kalpleri, nabızları kontrol edilerek,
her saat başı beş dakika izin verilir. Böyle bir
kontrolden geçtikten sonra diğer bir günde beşer
dakika izin verilmeyerek, onun yerine öğlenleyin
bir saatlik bir tatil verilir. Ve iki sistem arasında
kıyaslama yapılır. Hangisinin daha iyi olduğuna
karar verilir. Eğer her saat başı beş dakika mola
verilirse nabız çıktığı yerden tekrar normale
geliyor. Ama eğer öğlenleyin bu arkadaşlara 1
saatlik mola verilse bile nabzın normal seviyesine
inmediğini görülmektedir.. Buradan da o kişinin
yıpranmasının önlenmesi sağlanmaya çalışılır.
Bu tabiata uygun şekilde sistem yeniden akortlanıyor.
Üretimi arttırmak için ise, üretim yapan kişilerin
içinde en hızlı ve en çok üretim yapan kişiler
filme alınır. Bu film haftasonu bütün işçilere
eğitim olarak ağır çekimde gösterilir. Diğer işçilere
de “Siz de bu ağır çekimdeki gibi davranacak,
elinizi kolunuzu bu şekilde kullanacaksınız.”
diye eğitim verilir. Ondan sonra işçiler en yüksek
randımanı verirler. Böylelikle işçi daha az yıpranarak
daha çok iş yapmış olur. Bu şekilde işçi daha
az yıpranır, işverense daha fazla randıman alır.
İki taraf içinde karlı olur. Bu ilim aslında tıpkı
sinema gibidir. Biliyorsunuz sinemada da pekçok
sanat bir aradadır. Bir başka deyişle “yedinci
sanat” tır. Bu durumda da argenomiye de yedinci
ilim diyebiliriz. Onun içinde de bu konular çok
önemlidir. Ayrıca da ruhsal yapılara uyumlu müzik
de dinlettirirsek, yıpranmayı daha da aşağı çekmiş
oluruz. |