-Pirim
Hz. Mevlana'ya ithaf olarak yazan ve hazırlayan
Işık Sükan-
Altıncı Bölüm
Hz. Mevlana’nın Mesnevisi’nden okuyacağım
bazı hikayelere ışık tutması adına, ön bilgiler
vermek durumundayız. Bunların içinde, bu bilgileri
almadan, yani bu hikayeleri değerlendirmek doğru
değil. Çünkü bu hikayeler Kuran– ı Kerim’deki
ilgili ayetlerin tefsiri ve onlardaki sırrın anlaşılmasına
yardımcı olsun diye verilmiştir. Öncelikle Harut
ile Marut’tan bahsedeceğiz. Bu Bakara Sûresi’nde
adı geçen iki melaikedir. Bunlar insanoğlunun
dünyada yaptığı kötülükler görünce, Cenab–ı Allah’a
şikayet etmişler. “Bu insanlar ne kadar kötü,
ne kadar nankör.Senin ortaya koymuş olduğun kanunlara,
ayetlere hiç mi uymazlar.” diye söylenmişler.
Tanrı da onlara “onlardaki şehvet sizde olsa,
daha beter günah işlerdiniz.” diye buyurmuştur.
Fakat bu melekler “Hayır! Onlardaki şehvet bizde
olsa biz isyan etmeyiz. Katiyen, kuralları bozmayız,
kanunları çiğnemeyiz.” diye iddaa edince, Tanrı
bunlara şehvet verip, Babil’e inmelerini buyurmuş.
O zamanın devrinde Babil çok önemli bir uygarlık
merkezi, bunlar orada hakimlik ederlerken, çok
güzel bir kadın, iş için Harut ile Marut’a müracat
ediyor. Ama melekler kadına aşık oluyorlar. Tabii
aşık olunca da, kadının tesiri altına giriyorlar.
Kadın onların kendinden murat almaları için bazı
şartlar koşuyor. Ya kocamı öldürün, ya puta tapın
yahut da şarap için!” diyor. Aksi taktirde onlara
ram olmayacağını söylüyor. Bunlar şarap içmeyi
uygun buluyorlar. Oturuyorlar şarap içiyorlar.
Şarap içince de sarhoş oluyorlar. Kadın da bunların
melek olduğunu sarhoşlarken ağızlarından laf alıp
öğreniyor ve onlara diyor ki her gece ismi azam
okuyup gökyüzüne çıkıyorsunuz. İlla ki ismi azamı
bana da öğretin.” diyor. Harut ile Marut tutuyorlar
kadına ismi azamı da öğretiyorlar. Kadın göğe
çıkınca Tanrı’nın gazabına uğradığı için, Tanrı
O’nu bir yıldız şekline sokuyor. Bizim efsaneye
göre Çoban Yıldızı ya da Venüs Yıldızı diye bildiğimiz
yıldız oluyor. Yani araplar da buna Zühre yıldızı
derler. Melekler de hem şarap içtikleri için hem
kadının kocasını öldürdükleri için hem de kadına
ismi azamı ve büyü yapmayı öğrettiği için, meleklere
dünya azabı ile ahiret azabından birini kabul
etmelerini söylüyor. Melekler de Ahiret azabının
çok korkunç olduğunu bildikleri için dünya azabını
seçiyorlar. Cenab – ı Allah da bunları Babil kuyusuna
baş aşağı astırıyor ve orada kıyamete kadar kalmalarını
emir ediyor. Kuran-ı Kerim’de ikinci sûre olan
Bakara Sûresi’nde 102. Ayet’te bu iki meleğin
dünyaya indikleri, halka sihir öğrettikleri ,
kendilerine müracat edenlere sihir öğretmeden,
“Biz Tanrı tarafından size bir imtihan olarak
geldik. Sihir öğrenip kafir olmayın.” diye ikaz
ettikleri belirtilmektedir. Hz. Mevlana Mesnevi’nin
birinci cildinde 3359. beyite kadar yine bu hikayeden
bahseder. Bir diğer surede; 21. Sûre yani Enbiya
Sûresi’nin 51. ayetinde 70, ayetine kadar, Hz.
İbrahim’in öyküsü anlatılıyor. Orada da İbrahim’in
putları nasıl kırdığı ve Nemrut tarafından, nasıl
ateşe atıldığı; ama ateşin Nemrut’u yakmadığı
soyleniyor.
Sofilerin büyük bir kısmına göre
Tanrı zatı ile varolan, hiçbir şeyle mukayyet
bulunmayan, mutlak varlıktır. Herşey O’ndan varolduğu
için, asıl varolan O’dur ve varlık da O’nundur.
Tanrı’nın bu mertebede hiçbir taayyünü yoktur.
Yani hiçbir surette zahir değildir (gözle görünmez).
Bilinmesine de imkan bulunamaz. Bilgisinde bütün
eşyanın hakikatları sabit olmuş, onların zuhuru
(ortaya çıkması) da kainatı meydana getirmiştir.
Kainatın varlığı O’nunla vardır. Tanrı vardı.
Sonra kendini bildi. Ondan sonra bilgisinde eşya
sabit oldu. Bundan sonra da kainatı meydana getirdi
diye bir şey anlaşılmamalı. Burada zaman söz konusu
değil. Burada mutlak varlığın mertebelerinin gündeme
geldiğini görüyoruz. Yani Tanrı zatı itibariyle
mutlaktır. Zatının gereği kendisini bilmesidir.
Bu bilgi de eşyanın hakikatlarında sabittir. Bu
delil kainatı açıklar. Yani bu deliller kainatı
açıklar. Bu her an böyledir. Bunun için de bu
konu üzerinde tefekkür etmek lazım. Kuran-ı Kerim’de
bedir Harbi’nden bahsedilirken “Onları siz öldürmediniz.Tanrı
öldürdü. Ok attığın zaman sen atmadın. Tanrı attı.”
denmektedir. Enfa Sûresi’nin 17 .Ayeti “Onları
siz öldürmediniz. Fakat Allah öldürdü. Attığın
zaman da sen atmadın. Fakat Allah atmıştı. Allah
O’na inananları güzel bir imtihana tabi tutmak
için yapmıştır. Doğrusu O işitir ve bilir.” ayetleri
ifadelerimizi açıklar.
Şimdi Hz. Mevlana’nın 600 ve takipeden
beyitlerinden seçilmiş olan bir beyti okuyoruz.
“Biz yokuz. Varlıklarımızı fani (ölümlü)suretle
gösteren, vücudu mutlak sensin. Biz mumiyetle
arslanlarız. Ama bayrak üzerine resmedilmiş arslanlar.
Onların zaman zaman hareketleri hamleleri rüzgardandır.
Hareketimiz de varlığımız da senin verdiğindir.
Varlığımız umiyetle senin icadındır. “Yok” ise
varlık lezzetini göstermek içindir. Yok olanı
kendine böyle aşık eylemiştin.”
Burada bir soru soruyoruz?
Hz. Mevlana burada ne demek istiyor?
Yani biz aslında varlıklarız ama,
arslanız ama bu arslanlar hakikatta mevcut değil.
Hükümdarın bayrağının üzerine işlenmiş arlan resimler
gibi. Allah tarafından rüzgar esince bayraklar
da dalgalanınca, bayrakların üzerindeki arslan
resimleri de sanki hareket ediyorlarmış gibi,
bir izlenmi bırakır. İşte biz kulların durumu
da tıpkı bayraklarda rüzgar esince kıpırdayan
arslan resimleri gibi, bu düşünceyle kainata bakacak
olursak ve kendi amel ve işlerimize bakacak olursak,
aslında biz yok olmuş oluyoruz. Biz aslında var
değiliz. Biz sadece ve sadece bir imajdan ibaretiz.
Hatta görüntü bile sayılmayız. Hadi görüntüysek
de, bayrakların üzerindeki arslan resimleri gibiyiz.
Yani gerçekte o arslanlar sanal. Demek ki burada
Hz. Mevlana, bu dünyada ve bu zaman diliminde
yeralan mevcudiyetleri ve varlıkları sanal olarak
betimliyor. Enfa Sûresi’nin bu ayetinde “oku atan
sen değildir. O oku atan benim elimdi.".
O zaman yine bu hareketlerin dahi aslında tamamen
sanal olduğu ortaya çıkıyor. Yani şahısların bir
rolü olmadığını anlamaya başlıyoruz. Biz bunu
böyle düşündüğümüz zaman ortaya başka bir hadise
çıkacaktır. Gerçek olmayıp sanal olduğuna göre,
oku atan el, başkasını öldürdüğüne göre onun eli
değil aslında Tanrı'nın eliydi. O zaman oku atanın
cezai sorumluluğu yoktur. O zaman onun günah ya
da sevap işlemi gibi eylemlere girme olasılığı
da yoktur. Çünklü aslında sevabı işleyen de günahı
işleyen de kendisi değildir. Çünkü kendisi sanaldır.
Fakat aslına bakarsanız, burada günahında sevabın
da sanal olduğu konusudur. Çünkü o zaman aslıda
günah ya da sevap diye bir şey yoktur. Bunların
hepsi sanal alemde dalgalanmaktadır. İşte bu sırlardan
bir sırdır. Evet oku o şahıs oku atmıştır. O attığı
ok hedefi bulup başka bir şahsı öldürmüştür. Ama
o ölen şahıs sanaldır. Oku atan da sanaldır. Oku
atanın cezai mesuliyeti var desek, cezai mesuliyetin
kendisi de sanaldır. Dolayısıyla onun uygulanması
da sanaldır. Bunların tamamına baktığımız zaman
ortaya Hikmet-i Hüda çıkar. Derin hikmet ve sır.
İşte, burada da Enfal Sûresi’ nin 17. ayeti’ni
sırrıdır. 17. Ayete göre tefekkür ettiğimiz zaman
ve olaylara, o bağlamda yaklaştığımız zaman, kendi
düşüncemizde sanal alemde bazı keşifler de bulunma
kabiliyetini kazanabiliriz.
Hz. Mevlana’dan İnciler 1 cilt. Sayfa
49 “Biz bir ok atarsak, atış bizden değildir.
Biz yayız. O yayla, ok atan Tanrı’dır” demin Kuran-ı
Kerim’ın Enfal Sûresi’ nin 17. ayetinin tekrarı.
“Yapıp yapmamada ihtiyarımız varsa, utanma ne?
Bu açıklanma, bu utanış, bu tereddüt ne? Kocaların
şakirtleri terbiye etmesi ne için? Fikir neden
tedbirlerden tedbirlere dönüyor? Eğer sen O cebirden
gafildir. Hakka mensup olan ay bulutta yüzünü
gizliyor dersen, buna hoş bir cevap var. Dinlersen,
küfürden geçer, dini tasdik eder, bana tabi olursun.
Hasret ve figan hastalık zamanındadır.” Yani bizim
başımıza bir iş geldiği zaman hastalandığımız
zaman, ciddi bazı kayıplara uğradığımız zaman
acılar içersindeyken figan ederiz.
İnsan hasta olduğu zaman günahından
istiğfar eder. Durmadan ne günah işledim. Allah’ım
affet diye yalvarır ya. O zaman günahın çirkinliği
görünür. Eğer bir iyileşiyim artık günah işlemem
diye düşünürsün. Kulluktan başka bir iş seçmeyeyim.
Bir daha öyle birşeye ihtiyar etmeyeyim diye ah
edersin. Hastalık sana akıllılık bahşeder. Aslı
arayan kimse, şu aslı bilki. Kimde dert varsa,
o koku almış dermana ermiştir. Kim daha ziyade
uyanıksa, o daha ziyade dertlidir. Kim işi daha
iyi anlamışsa, onun benzi daha sarıdır. Allah’ın
cebrinden ağâh isen, yani cebirden uyanık isen,
feryadın nerede? Çünkü uyanık olsaydın, feryat
ederdin. Zincire bağlı olan kişi nasıl olursa
neşeli olabilir. Hapiste esir olan nasıl hür olabilir.
Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının
dikildiğini görüyorsan, artık sen de aciz olan
insanlara çavuşluk etme. Çünkü bu vazife acizlerin
huyu ve tabiatı değildir. Hangi işe meylin varsa,
o işte kendi kudretini apaçık görürsün. Hangi
işe meylin ve isteğin yoksa, bu Tanrı’dandır diye
kendini o işten uzak tutarsın. Peygamberler dünya
işinden kafirler de Ahiret işinden uzak tutar.
Her kuş kendi cinsinin bulunduğu yere gider. Bedeni
geride, uçmaktadır. Canı daha tez daha ileri gitmekte.
Kafirler cehennem ehlinden olduğu için dünya zindanı
onlara rahat gelmiştir. Peygamberler de cennet
cinsinden olduklarından, can ve gönülleri cennete
doğru gitmiştir. Dünya onlara zindan görünür.
Bu sözün sonu yoktur. Fakat biz gene oturup düşünelim.
Bazı bilgileri yine anlatacağız.
Çünkü başka türlü anlamak zor olur. Cebir kulda
irade ve seçme gücü olmadığına, herşeyin Tanrı
tarafından yaptırıldığına inanmaktır ki, bu inanışa
sahip olanlara, bu inanışı kendilerine mezhep
olarak kabul edenlere cebri denir. Mutezile (seçim)
kulun herşeyi kendi iradesi ve dileğiyle yaptığına
inanmaktır. Yani mutezile (seçim) dersen, istekten
bahsedersin. Kulun kendi isteği ve iradesi iş
yaparsa buna mutezile (seçim) deniliyor. Bu inanışı
kendilerine mezhep edinenlere Kaderiye denir.
Bunlar kulların işledikleri işlerde
kaderi inkâr ederler. Kader Tanrı bilgisidir.
Fakat bu bilgi bizi o işi yapmaya mecbur etmez,
derler. Mutezile bu mezheptedir. Sunnilere göre
kulda cuzi bir irade vardır. Kul iradesini sarf
eder. Tanrı o işi yaratır. Gayret bizden tevfik(yardım)
Allah'tan. Siccin daimi olan şey demek. Cehennemde
bir vadinin adına siccin deniliyor. Burası cehennemin
en kötü yeridir. Kuran’da kötülük edenlerin, hesap
defterinin burada olduğu bildirilmektedir. Mutahfefin
Sûresi 7.’den 9. kadar olan ayet.
Mutahfefin Sûresi 83. Sûre 7. Ayet.
“Sakının; Allah’ın buyruğundan dışarı çıkanlar,
muhakkak Siccin adlı defterde yazılıdır. Siccin’in
ne olduğunu sen nereden bileceksin. O yazılmış
bir kitaptır. Yalanlayanların o gün vay haline.”İlhin
ise, 7. katta gökte bir yerin adı, peygamberlerin
yükseldiği ilhin gökte 7. kat bir yerin adı. Cennetlerin
en yüksek ve iyi yeridir. Bir rivayete göre 7.
kat göğün, insanların iyilik ve kötülüğünü yazan
meleklerin divanlarının adıdır. Kuran’da iyilik
edenlerin hesap defterlerinin burada olduğu bildiriliyor.
Sûre 83. Mutahfefin ayet 18 – 21 “Ama iyilerin
defteri yüksek katlardadır. O yüksek katların
nerede olduğunu sen bilir misin? O gözde meleklerin
gördüğü yazılı bir kitaptır. İyiler şüphesiz nimet
içinde ve tahtlar üzerinde etrafı seyrederler.
Onları yüzlerindeki nimet parıltısından tanırsın.”
Kuran – ı Kerim’in 2. Sûresi
olan Bakara Sûresi’nin 285. ayeti
“Peygamberler ve inananlar. Ona Rabbin’den
indirilene inandı. Hepsi Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine inandı. Peygamberleri
arasında hiçbirini ayırt etmeyiz. İşittik, itaat
ettik, Rabbimiz affını dileriz. Dönüş sanadır,
dediler. “
Bununla birlikte 253. ayette de bazı
peygamberlerin bazı peygamberlerden daha üstün
olduğu konusu işlenmiştir. Bakara Sûresi 253.
ayet:
“İşte bu peygamberlerden bir kısmını
diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah’ın
kendilerine hitap ettiği derecelerle, yükselttikleri
vardır. Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik. O’nu
Ruhul Kudüs ile destekledik. Allah dileseydi,
belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin
ardından birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa
düştüler. Kimi inandı, kimi inkar etti. Allah
dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Lakin Allah
istediğini yapar.”
Demin ki, hikayede fetayı aramıştık.
Feta; yiğit, delikanlı ve cömert manalarına gelir.
İktisadi bir teşekkül olan ahilikte fütüvvet yani
cömertlik esastır. Ali hakkında La feta illa Ali,
L? seyfe ve ill? Zülfikar, yani yiğit ve cömert
ancak Ali’dir, kılıçta ancak O’nun kılıcı olan
zülfikardır diye bir söz vardır. Bu sevgili peygamberimiz
Uhud Savaşı’nda sıkıntıya düştüğü sırada Ali’yi
bu şekilde çağırmıştır. Peygamberin Ali’ye çektiği
imdat sözüdür. Başı darda olanların bunu söyler
söylemez gereken yardıma kavuşacağına inanılmıştır.
Kuran- ı Kerim’in 85. Sûresi olan
ve içinde burçları olan göğe and olsun ki diye
başlayan Buruç Sûresi’nde
“İçinde burçları bulunan göğe andolsun.
Söz verilen kıyamet gününe andolsun. Kıyamet günü
şahitlik edene,edilene andolsun ki, insanlar öldükten
sonra dirileceklerdir. Hazırladıkları hendekleri
tutuşturulmuş ateşle doldurularak, onun çevresinde
oturup inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri
için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı
çıksın. Bu inkarcıların inananlara kızmaları onların
sadece göklerin ve yerin hükümdarlığı kendisinin
bulunan ve öğülmeye layık ve güçlü olan Allah’a
inanmış olmalarıındandır. Allah herşeye şahittir.”
Hz Mevlana bu Buruç Sûresi ile ilgili
olarak, aşağı yukarı 796 - 811. beyitin sonuna
kadar bu Sûredeki ayetlerin açıklamaları ve sırları
anlatmıştır.
“Bil ki, kim fena bir adet koyarsa
ona her an lanet gider durur. İyiler gittiler,
güzel usul ve adetleri kaldı. Kötü adamlardan
da zulümler ve lanetler. Kıyamete kadar o kötülerin
cinsinden, kim vücuda gelse, yüzü o kötülüğedir.
Güneş bir burçtan bir burca gidip durduğunda,
pencereye vuran ışığı da evin etrafında döner
dolaşır. Kimin bir yıldızla alakası varsa, o kendi
yıldızı ile döner dolaşır. O yıldızın tesiri altındadır.
Talihli Zühre yıldızı ise zevki çağırmayı ve aşkı
diler. Onlara adam akıllı meyili vardır. Kan dökücü
huylu, Merih'e mensup ise; cenk ve düşmanlık arar.
Yıldızların arasında ardında yıldızlar vardır
ki onlar bu meşhur yedi kat gökten başka diğer
göklerde seyir ve hareket ederler. Birbirlerine
bitişik ve birbirinden ayrı olmayan bu yıldızlar
Tanrı nurlarının ışığında dururlar. Her kimin
talihi o yıldızlardan olursa, o kimsenin zatı
kafirleri taşlayıp yakar. Onun hışmı bazen galip
gelen bazen mağl?p olan ve böylece değişen yürüyen
Merih'in hışmına benzemez. Kimin aşk eteği yoksa,
o nur saçısından nasipsiz kalmıştır. Bülbülerin
aşkı güledir. Öküzün rengini dışardan insanın
rengini sarı kırmızı her ne ise, içinden ara.
İyi renkler temizlik küpünden hasıl olur. Çirkinlerin
rengi ise, kirli kara sudan meydana gelir. O latif
rengin adı Tanrı boyası dır. Bu kirli rengin kokusu
ise Tanrı lanetidir. Deniz den olan yine denize
gider. Nereden gelmişse yine oraya varır dağ başından
hızlı akan seller bizim tenimizden de aşkla karışık
olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur.”
Şimdi ulu meleklerden İsrafil, boynuzdan
yapılma sur'a üflediği zaman, herkesin ruhu cesedinden
çıkacak ve kıyamet kopacak. İkinci sur üfürüldüğü
zaman, ruhlar cesetlere girecek herkes dirilecek.
Sur üfürülmesi kıyamet manasını ifade ediyor.
Bu 35. Sûre Fatır Sûresi’nin 32-35 . Ayetleri’dir.
Fatır Sûresi’nin 32. Ayeti
Sonra bu kitabı kullarımızdan seçtiğimiz
kimselere bırakmışızdır. Onlardan kimi kendine
yazık eder. Kimi orta davranır. Kimi de Allah'ın
izniyle iyiliklere koşar. İşte büyük lütuf budur.
Bunlar ADN cennetlerine girerler. Orada altın
bilezikler ve incilerle süslenirler. Oradaki elbiseleri
de ipektir. Derler ki, bizden üzüntüyü gideren
Allah’a hamd olsun. Doğrusu Rabbimiz bağışlayandır.
Şükrün karşılığını verendir. Bizi lütfuyla temelli
kalınacak cennete o yerleştirdi. Orda bize ne
bir yorgunluk gelecek. Ne de bir usanç gelecektir.”
“Put kırmak kolaydır. Fakat nefsi
kolay görmek cahilliktir. Ey oğul nefsin misal
ve suretini istersen yedi kapılı cehennemin kıssasını
oku. Nefsin her anda bir hilesi vardır. Her hilesinde
yüzlerce, firavun da firavuna uyanlarla boğulmuştur.”
Biliyorsunuz kıssada Musa’nın Tanrısı’na ve Musa’ya
kaç diye Hz. Mevlana bize nasihatta bulunuyor.
Yani firavunların zulmünden Musa’nın Tanrısı’na
kaç, O’na sığın ve firavuna kulluk ederek, iman
suyunu ziyan etme. Ahat ve Ahmet'e yapış. “Ey
kardeş!Ten – yani nefsimiz- Ebu Cehil gibidir
ve ondan kurtul.” Şimdi Yahudi padişah küçük bir
çocukla kadını getirip o çocuğu ateşe atması,
çocuğun dile gelerek, halkı ateşe atılmaya teşvik
etmesi. Bunlar tabii mecazi hikayeler. Yahudi
bir kadını çocuğu ile birlikte bir putun önüne
getirmiş. Çocuğu anasından kopartıp, ateşe atıyor.
Kadın korkunca imandan ayrılıyor. Tam kadın putun
önünde secde edecekken, çocuk ateşin içinden “Ben
ölmedim!” diye haykırıyor. Anne gel! Gerçi zahirde
ateş içinde isem de , ben burada iyiyim hoşum.
Bu ateş perde olarak zahirde bir göz bağıdır.Fakat
hakikatte mana yakasından baş çıkarmış, zuhur
etmiş bir rahmettir. Ateşe girde ateş içinde gül
ve Hz. Musa öyle yapmış. Bebekken, ateşin içine
attıklarında, bir de bakmışlar ki, ateşin içinde
parmağını emip tebessüm ediyor. Ateşin içine girersen
eğer, yasemin bulan Hz. İbrahim’in sırlarını da
görebilirisin. Bebek diyor ki, annesine senden
doğarken ölümü görüyordum. Senden ayrılmaktan
pek korkuyordum. Halbuki senden doğunca havası
hoş rengi güzel bir alaba gelip dar bir zindandan
kurtuldurm. Şimdi ateş içinde sük?n ve rahatı
bulunca dünyayı ana rahmi gibi, görmeye başladım.
Bu ateş içinde bir alem varki, her bir zerresinde
bir İsa nefesi var. Şekli yok. Kendisi var bir
cihan. O zahiren varolan dünya ise, sebatsız,
şekilden ibaret ana analık hakkı için gel gir.
Hayat maddi ve manevi acılarla
doludur. Bu sadece insanoğlu için değil, dünyadaki
tüm yaratıklar için geçerli olmak üzere, hayat
acılarla doludur. Önce evrensel acılara bakalım.
Çünkü Tanrı bütün yaratıklara dört tane koşul
koydu. Barınma, nefes alma, gıdalanma ve üreme.
İstersen ibalık, istersen aslan, istersen kaplan
ol istersen insan, farketmez. Eğer barınamıyorsan,
barınacak bir yerin yoksa, bundan dolayı ıstırap
çekersin. Mesela kiralık evler çok pahalı olmaya
başladı. Bazı talebeler, yüksek tahsil yapmak
için memleketlerinden buraya geliyorlar. Kiralık
ev arıyorlar bulamıyorlar. Dehşet içinde ve son
derece büyük bir üzüntü içindeler. Bir yakınımız
evlenecek, kendine kiralık mutavazı bir ev arıyor
ama bulamıyor. O yüzden aşık olduğu adama rağmen,
onun getirdiği güzelliklere rağmen mesut olamıyor,
sevinemiyor. Şimdi anladınız mı? Bir kuş bile
bir yuva yapar ve yuvasının etrafında da aynı
cinsten başka kuşları istemez. Köpek de yolda
giderken oraya buraya işer ve kendi iktidar sahasının
belirler. Sonrada da koklar. Barınma yazın sıcaktan,
kışın soğuktan, başka yaratıkların saldırısından
korunmak için çok önemlidir. Bu durum yeryüzü
ile gökyüzü arasında tüm yaratıklar için geçerlidir.
Eğer yiyecek bulamıyorsan ya da bulamama korkusu
varsa, o da ayrı bir ıstıraptır. İlla ki kendine
yiyecek bulmak zorundasın. Nefes almak ve yiyecek
bulmanın dışında her yaratık kendi, cinsiyle temas
kurarak üremek mecburiyetindedir. Aksi taktirde
nesli devam edemez. Bu da ayrı bir meseledir.
Bu meselenin halledilmemesi halinde bütün yaratıklar
için geçerli olmak üzere bir ıstırap doğar. Biz
her ne kadar bel kemiği olan bir hayvan isek de,
zeki ve akıllı bir hayvanız. Diğer bel kemiği
olan hayvanlara akılla fark atıyoruz. Onun dışında
bütün sistemlerimiz aynıdır. Şimdi akıl ve zeka
sahibi olduğumuz için durmadan ihtiyaç üretiyoruz.
Efendim akıılıca ya da akıllıca olmayan, lazım
olan ya da olmayan ihtiyaçlar üretiyoruz ve bu
ihtiyaçlarımızda egzejare ediyoruz. Yüzlerce binlerce
ihtiyaç üretiyoruz; sonra da bu ihtiyaçları karşılayamıyoruz.
Karşılayamayınca da mahsun oluyoruz ve mesut olma
şansımızı elimizden kaçırıyoruz. Peki neden Cenab-ı
Allah bize bu ıstırabı yaşatacak bir zihin verdi?
Bu ıstıraplar yüzünden cehennem azapları çekerken,
eğer imanımız varsa, iki yolu seçeceğiz. Biri
bütün ihtiyaçlarımızdan vazgeçmek, bunların hayvanların
ihtiyaçları kadar az tutarak; yemek içmek , barınmak,
üremek; işlerini mahsun olmaktan, cehennem azabı
çekmekten kurtulabiliriz. Bu bir yoldur. Bunu
bildiğiniz gibi Diyojen denemiştir. Bir fıçının
içine girmiştir. Burası benim evim demiştir. Sonra
da Büyük İskender O’nu görmeye geldiği zaman,
bu büyük bilgiye, “Dile benden ne dilersen!” diye
sordu. O da çok ünlü bir cevap verdi. “Gölge etme!
Başka ihsan istemem.” Şimdi, gidene bu bir yoldur.
Ama bir yol daha var. Biz ihtiyaç üretmekten vazgeçmeyelim.
İstediğimiz kadar ihtiyaç üretelim. Ama buna karşılık
ruhumuzu ve imanımıza son derece güçlendirirsek;
çünkü Tanrı bizi dünyaya değil kainata, efendi,
halife olarak yaratmıştır. Madem ki kainata efendi
olarak yaratıldık. Biz de çok önemli çok ciddi
güçler vardır. O zaman biz, bu Cenab – Allah’ın
ecdadımıza verdiği bu güçleri kendi içimizde arayıp,
bulalım, açığa çıkaralım ve bu güçleri açığa çıkarıca,
bu güçlerin sayesinde ne kadar ihtiyaç üretirsek
üretelim onlar tatmin edecek kadar güce sahip
olalım, bu ikinci yoldur. İnsanoğlu Adem’den beri
bu güçlere ulaşmak için çalışıyor. Kuran–ı Kerim’de
“Beni sabah akşam zikrediniz!” ayeti bu güçlere
ulaşmanın metodlarında biridir. O zaman kendi
içinde seyehate çıktığın zaman yavaş yavaş enerjileri
akortlamaya başlıyorsun. Bir elemin, harici ya
da dahili bir baskının; İnsana layık olan özgürlüğü
kapatması, insanı kötü duruma düşürmesi. İşte
burada insan eğer imanını muhafaza ederse, ben
puta tapacağıma ateşe girerim kardeşim. Çünkü
ben Allah’a iman ettim. Allah benim koruyucumdur.
Allah benim sevgilimdir. Dediğin zaman oradaki
iman gücünü gösterdiği zaman, ki iman gücü bütün,
diğer güçlerin anasıdır. Bu çok büyük bir sırdır.
O zaman yürüyüşte ateşe girdiğin zaman orada duyacağın
acı diğer bütün açılımlar ve yeni bir boyuta girişini
temin edecektir. O yüzden tarikatlarda, diğer
dinlerin tarikatlarında insanların kendilerine
işkence yaptıklarını görüyoruz. Çile haneler kuruyorlar.
Kendi kendilerine acı verecek bir takım ortamlar
yaratıyorlardı. Bu acılar içersinde imanını geliştirip,
kanalları açmak için. Çünkü güzellikle yenilerek,
içilerek kanallar açılamaz. Tam tersine nefis
kabardığı için ruh kirlenir. Şimdi anlattış olduğumuz
bu bahiste Kuran-ı Kerim ne diyor. O’na bakalım.
|